Sıkışan ve daralan her kişi, her müessese, her devlet, her anlayış ve düşünüş, her medeniyet; atılım ve açılım yapmak ister. Bu sanıldığı kadar kolay ve hemeninde olabilecek bir durum değildir. Bu işin sancısını çekenler, -ister kişi olsun ister...
Her insan belli bir zaman ve mekânın içine doğar. Bir mekânda büyür, alışkanlıklarını, davranışlarını, duygu ve düşüncelerini bu mekânda kazanır. Mekânın insana sunduğu tabii ve beşerî şartlar, insanın kendi kendisini inşâ ederken kullandığı malzemelerdir. Söz gelimi kutuplarda dünyaya gelmiş birisi, ekvator kuşağında giyilen bir giysiyi giyinmediğinden o giysiye karşı zevk de geliştiremez.
İnsanlar şuur sahibi olmaya başladıkları andan itibaren hayatlarına belirli inançlar ve arzularla devam ederler. İnsanların sahip olduğu bu inanç ve arzular, kendilerinin gerçekleştirilebilmesine ilişkin bir arayışı da tetikleyecek güce sahiptirler. Böylesi bir arayış şu veya bu şekilde gerçek olması istenen şey için bir “ideal” konumundadır. “İdeallerimiz” veya “olması gerekenlerimiz” çevremizdeki şartlara müdahalede bulunuşumuzun manevi güç birikimidirler.
Neden Kur’an-ı Kerim’i elimize aldığımızda, onu okuyup ne anlıyorsak, o anladığımızı Kur’an’ın anlamı olarak kabul etmiyoruz da, anlamaya çalıştığımız ayeti, Rasulullah efendimizin irşadına ve sahabe efendilerimizin anlayışına uygun biçimde anlamaya/anlamlandırmaya gayret gösteriyoruz? Ya da böyle bir gayretin gösterilmesi gerektiğini kabul ediyoruz? Bu sorulara usûl ilimlerimiz içerisinde etraflı cevaplar vermek mümkün.
Yılların göz açıp kapayana kadar geçtiği söylenir… Öyle hızlıdır ki zaman; takip etmek de yakalamak da birbirinden zordur anlatılanlara göre… Ve söylendiğine göre bütün bir hayat bir günden farksızdır... Peki gerçekten öyle midir? Gerçekten zaman hızla mı akmaktadır? Sanırım zamana biraz daha farklı bakmayı deneyebiliriz.