Fıtrat üzere yaşayanlara, insanlığını muhafaza edenlere ve tüm Müslümanlara çağrımdır! - Adaleti koruyunuz. Adalete zulüm bulaştırmayınız. Adil insanların adaletine sahip çıkınız. - Zalimlere meyletmeyiniz. Zulme karşı çıkınız, zalimler içinden...
Türkiye ve dünya gündemini sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmemiz için yaşadığımız modern dünyayı tanımamız gerekmektedir. Onun için içinde yaşadığımız bu modern dünyayı oluşturan kültürel, fikrî ve ahlâki temelleri anlamak zorundayız.
Merhum Cemil Meriç “Dünyada bir biz vardık bir de küffar.” diyor eserlerinin birinde. İslâm dünyası ile Batı dünyası tarih boyunca birçok defa birbirleriyle temasa geçti ve birbirlerini tanımaya çalıştı.
Batı ile İslâm Arası İletişimin Bazı Kanalları
Haçlı Seferleriyle Batı, İslâm dünyası ile çok yakın temaslarda bulundu. Haçlı Seferlerinin aslında zahirî gayesi Kudüs'ü kurtarmaktı fakat asıl gaye Hristiyanlığın ve Hristiyan mezheplerinin Avrupa'daki o öldürücü kavgalarını, dağınıklığını ortadan kaldırmak ve Avrupa birliğini/din birliğini sağlamaktır1 .
Bir diğer hedef ise Doğu Hristiyanlığının hemen bitişiğinde, doğusunda ve güneyinde bulunan güçlü, yayılma hızı pek yüksek İslâm medeniyetini durdurmak, Hristiyanlığın beşiği olan “kutsal topraklar”ı kurtarmak ve “putperest Müslümanları” geriletmektir. Daha sonra ise onları doğduğu yerlere göndermektir.
Haçlı Seferleri hususunda dikkatlerimizden kaçan bir nokta var, o da şudur: Batı'nın Haçlı Seferleri ile maksadı, arz ettiğimiz gibidir fakat Haçlılar bu seferlerin sonunda farklı sonuçlar da elde ettiler.
Meselâ Haçlı Seferlerine katılanlar İslâm dünyasında Hristiyanlıktaki gibi bir din adamı sınıfının olmadığını gördü. Müslümanların din âlimleri vardı ama kimse onlardan korkmuyor, onların önünde secde etmiyor, kendilerine vergi veya ceza keseceklerinden endişe etmiyordu. Hiç kimse günahlarının bağışlanması için onların yanına gitmiyordu.
İnsanlar, şehirler tertemizdi, çarşı pazarlarda bolluk bereket ve çeşitlilik vardı.
Müslümanların mabetlerinin kiliselerden farklı olduğunu, mabetlerin haftada bir değil, günde en az beş defa dolup taştığını, ibadetlerin buralarda topluca yapıldığını, mektep medreselerin haricinde de mabetlerde derslerin yapıldığını, büyük ilim meclislerinin kurulduğunu gördüler.
Toplumda sınıf farkının olmadığını, insanların birbirlerine karşı gayet sevecen, samimi, dürüst ve ahlâklı davrandığını, ilişkilerin tabii, sade ve kolay yürüdüğünü biraz hayret biraz hayranlık ve biraz da hayıflanarak gözlemlediler, fark ettiler.
Kısacası Haçlı insanı, din adamları tarafında kendilerine anlatılmış/tanıtılmış bir dünyadan çok daha farklı bir dünya ile karşılaştılar. Bu vakıa en azından onların aklı başında, muhakeme ve düşünme kabiliyeti bulunan kimseleri tarafından gözlemlenebilen bir gerçekti.
Orta Çağ'da Avrupa pislik içinde yüzerken, veba salgınları nedeniyle çok sayıda insan hayatını kaybederken baktılar ki İslâm beldelerinde her taraf tertemiz, pırıl pırıl; hastaneler, tıbbî hizmetler tamamen meccanî; şehirler gece gündüz aydınlık, İslâm topraklarında servet, zenginlik, huzur ve sükûn dolu…
İnsanların buna rağmen, bu imkânlara sahip olmakla birlikte dünyalık için birbirlerini yemediklerini gördüler. Her bakımdan farklı bir dünya ile karşı karşıya olduğunu Batı insanı kısmen de olsa anlamıştı. Bu, yani Haçlı Savaşları İslâm dünyası ile Hristiyan Batı dünyasının etkileşiminin bir kanalıydı.
Bir diğer kanal yani etkileşim Endülüs'te yaşanıyordu. Müslümanlar Endülüs'te yaklaşık 800 yıl süren büyük bir medeniyet kurdu. Bir Batılı yazar “Müslümanlar Endülüs için bizi ebediyen ağlatmak üzere geldiler.” diyordu. Yazar bu sözleriyle Endülüs'ü kaybetmek, o koca medeniyeti mahvetmek dolayısıyla paylarına düşenin ebediyen ağlamak olduğunu itiraf etmiş oluyordu.
Batılılar ilmî ve akademik manada çalışma yapmayı Endülüs'ten ve İslâm âlimlerinden öğrendiler. Çünkü o dönemde ilmî çalışmaları Kilise, tekelinde bulunduruyordu ve Avrupa'ya; yeni ilmî çalışmalara kapalı, skolastik düşünce hâkimdi.
Sicilya ile Kuzey Afrika, Endülüs'ten başka Batı ile ilişkileri tamamlayan diğer coğrafi alanlardı. Bu bölgeler Avrupa'ya yakın bölgelerdi ve Batı, buralardaki İslâm'ı özellikle barışçıl temaslarıyla tanıdı. İslâm'ı tanıdıkları zaman tıpkı Haçlı Seferlerinde olduğu gibi farklı bir dünya ile karşılaştıklarını gördüler. İslâm'da din adamlarının, âlimlerin ancak varsa eğer aileden dolayı ya da kendi imkânlarıy la zengin olduklarını, aksi takdirde Hristiyanlıkta olduğu gibi “din adamı” olması dolayısıyla servet sahibi olmadıklarını; İslâm'da ilim tahsilinin, ilim öğretmenin karşılıksız olduğunu gördüler.
Oysa o dönemde bir Batılı, Latinceyi öğrenmek için bir papaza gitse ve o kişi kiliseye mensup değilse ciddi ciddi masraflarla karşı karşıya kalıyordu. Eğitim kilisenin tekelinde olduğu için ilim rahatlıkla tahsil edilip aktarılamıyordu. Ama Arapçayı öğrenebilmeleri çok daha kolaydı. Bu nedenle Arapçayı öğrendiler ve Arapça yazılmış eserleri okudular, kendi dillerine tercüme ettiler. Böylelikle Avrupa, yavaş yavaş bu gibi kanallar ve çeşitli etkenlerle birtakım hakikatlerin, gerçeklerin farkına varmaya başladı.
Fakat bu farkına varış maalesef Haçlı Seferlerinin barbarlığına da yeni kapılar araladı. Biz sadece Endülüs'ten ve orada yaşanan zulümlerden haberdarız fakat 200 yıla yakın bir süre İtalya'nın güneyinde, 300 yıla yakın bir süre Sicilya ve diğer Akdeniz adalarında İslâm hâkimdi, küçük adaların birçoğunda hâkimiyet, Osmanlı'nın sonlarına kadar devam etti.
Peki, buralarda Müslümanlar nasıl geriledi, İslâm ve Müslümanlar ortadan nasıl kaldırıldı?
Haçlı barbarlıklarıyla ortadan kaldırıldı; çünkü Batı hiçbir zaman İslâm'ı kendisi için bir kurtarıcı olarak görmedi. İslâm'ı yok ettiği, Müslümanları ortadan kaldırdığı ve İslâm medeniyetinin kökünü kazıdığı takdirde ancak var olabileceğine inandı. Yol haritasını ona göre çizdi.
Oysa Batı, İslâm'a bir hidayet gözüyle baksaydı ve yahut benim bu medeniyetten alacağım olumlu şeyler nelerdir, nazarıyla baksaydı bugün dünyamız tamamıyla farklı olabilirdi. Ancak onlar Endülüs'ü, Papa'nın teşvikiyle, yoğun ve ciddi Haçlı Savaşlarıyla ortadan kaldırdılar. Geceleyin bilhassa sabaha karşı kandil yanan evleri takip ettiler ve tespit ettikleri Müslümanlara Hristiyan olmaları teklifinde bulundular, aksi takdirde onları öldürmekle tehdit ettiler. Evlerden gelen Kur’ân mırıltılarını dahi dinlediler. Bu derece Müslümanları yakından takip edip peşlerine düştüler. Engizisyon Mahkemelerini kurdular.
Batı böyle yapmakla büyük bir medeniyeti kay betmekle kalmadı, ayrıca kendisi için de bütün insanlık için de pek büyük bir fırsatı kaçırmış oldu.
Batı Dünyası Köklerini Ararken
Batı dünyası şu gerçekleri görüp anlamıştı:
1. Hâlihazırda içinde bulunduğu medeniyet, Orta Çağ karanlığı kendisini mutlu edemiyor, ihtiyaçlarına cevap veremiyor, Feodalizmin zulüm ve baskılarına karşı kendilerini koruyamıyor, Kilisenin de kurtuluşu “göklerin melekûtuna erişebilmek için dünyaya asgarî ölçülerde itibar etmeye dair telkinleri”, Feodal sisteme karşı insan haysiyetine yakışan bir hayat temin etmek için birtakım projelerinin bulunması bir tarafa, mevcut sefil hayata devam etmeyi bir nevi ibadetmiş gibi adeta dayatıyordu.
2. İslâm'ın ise farklı ve insanın şeref, haysiyet ve asaletine uygun bir hayat teklif etmesinin yanı sıra üstün bir medeniyet inşa ettiğini yukarıda kısaca değindiğimiz bir azınlık dışında fark eden olmamıştı. Bu azınlık, yol ayrımında yapılacak bir tercihte etkin bir rol oynamak imkânından zaten mahrumdu. Çünkü bu tercihte etkin bir rol oynamak imkânından mahrum olmakla birlikte İslâm'ı ve İslâm medeniyetini tercih etmenin gereğini yeteri kadar savunabilecek birikim ve imkânlara da sahip değillerdi.
3. Bunun doğal sonucu olarak, yol ayrımına gelmiş Batı sanki lisan-ı hâliyle “Eski hâl muhâl, ya yeni hâl ya da izmihlâl.”2 diye dile getirilmiş çözüm reçetesini zımnen idrak ve kabul etmiş gibi idi. Bunu açık ve anlaşılır bir şekilde dile getirmemiş olsa bile.
Peki, bu yol ayrımında Batı dünyası hangi yolu tercih etti? Tercihinin İslâm'dan yana olmadığı tarihî bir gerçek. Çünkü Batı Hristiyanlığının Kilise merkezli üretilen İslâm, Kur’ân ve Efendimiz hakkındaki iftira, itham ve hurafeleri halkın zihinlerine bu derece kazınmış iken Orta Çağ karanlığında kap karanlık bir cehalet ve cahiliye içerisinde yaşayan halk yığınları şöyle dursun, avam kitlelerine oranla şöyle ya da böyle belli bir bilgi ya da kültürel düzeye sahip son derece küçük bir azınlığı teşkil edenlerin İslâm'dan, İslâm medeniyet ve ahlâkından yana bir tercihte bulunmayı teklif etmeleri hayal dahi edilemezdi.
İşte böyle bir yol ayrımında sebep ve dinamiklerinin ayrıca ele alınması gereken bir yola sapıldı: Rönesans, Reform ve Hümanizm hareketlerinde Orta Çağ'ın tamamını atlayarak ve dünyanın tamamını bir kenara bırakarak Grek ve Roma kültürüne dönüldü.
Kanaatimce Batı'nın bu aşamada böyle bir tercihte bulunmasının mantıksal tarihî ve sosyolojik açıklaması henüz yeterince yapılabilmiş değildir. Bu bizim konumuzun dışında kalan ama bence önemsenmesi gereken bir husustur.
Nasıl Bir Yola Girildi?
Bilindiği üzere Grek ve Roma kültür ve medeni yetlerinin temelinde putperestlik yatar. Hümanizm ise esas itibarıyla insanların hiçbir hususta Tanrı'ya/tanrılara muhtaç olmayıp kendi kendilerine yeterli olduğu anlamını da taşıması dolayısıyla o da “insan merkezli”, farklı çok tanrıcı din anlamına gelmekteydi. Bu anlayış da pekâlâ Grek ve Roma putperestliği ile yan yana, kol kola yürüyebilirdi…
Peki, Grek kültürünü çok tanrıcılığa ve putperestliğe iten husus neydi? Kanaatimize göre muharref Yahudiliğin Mısır üzerinden Yunanistan'ı yani Grek kültürünü etkilemesi gösterilebilecek sebeplerin en önemlilerindendir.3 Rönesans'ta Michelangelo'nun yaptığı Musa heykelinin resmini görmüş olanlarınız vardır. Heykel gerçekten güzel yapılmıştır ve çok canlıdır. O heykele dikkat eder seniz Musa'nın boynuz gibi örgüleri vardır. Bunun sebebi de Tevrat'tan Latinceye çevrilirken yapılan yanlış tercümedir. Arapçada saç örgüsüne “karn” deniyor. “Karn” aynı zamanda “boynuz” demektir. Bunun karşılığı olan kelime “örgü ya da saç buklesi, bölüğü” diye tercüme edileceği yerde “boynuz” olarak tercüme ediliyor. Ünlü heykeltıraş Michel Angelo da heykelini o şekilde Musa'yı haşa başında iki tane boynuz varmış gibi yapmıştır. Yani demek istediğim şu: Grek kültürü aynı zamanda tahrif edilmiş Yahudi kültürüyle yoğrulmuş bir kültürdür. Şu anda Hristiyanların, Yahudilere ve siyonizme sahip çıkmasının sebeplerini, tarihî ve duygusal köklerini burada arayabiliriz.
Batı medeniyetinin temellerine putperestlik kadar hedonizm de etki etmiştir. Hedonizm zaten putperestliğin ve materyalizmin bir neticesi olarak var olmuştur. Hedonizm zevkperestliktir. Bu dünyaya zevk ve lezzet almak için gelindiğine inanılır. Bu anlayışa göre insana zevk ve lezzet veren şeyin iyi olduğu, rahatsızlık veren şeyin ise kötü olduğu düşünülür. Bu aynı zamanda materyalizmin en ilkel ifade şeklidir ama bildiğiniz üzere felsefe yaldızlı ifadelerle bunları çok süslü gösterebiliyor.
Hümanizm uzun zaman Türkçeye “insancıllık” olarak tercüme edildi ancak hümanizm insancıllık demek değildir. Hümanizm aslında insanı merkeze alıp onu ölçü kabul eden ve ölçü koyması gerekenin insan olduğunu düşünen anlayışın adıdır. Yani hümanizm bir manada insanın tanrı olması demektir. Artık insanoğlu olgunlaşmıştır; puta, Venüs heykeline veya başka bir şeye tapması anlamsızdır, tapması gereken insan olarak kendisidir. Bu anlayışın uzantılarını Batı uygarlığının bütün felsefelerinde görmek mümkündür.
Modern Çağa Doğru Yeni Adımlar
Putperest Grek düşüncesi ve Roma kültürü son rasında Rönesans ve Reform hareketleri ile şekillenen Batı dünyası, Fransız ihtilali ile başka bir aşamaya geçmiştir. Batı medeniyeti Fransız İnkılâbı ile dünyaya açılmaya başlamıştır. Bu açılmanın neticesinde pozitivizmin kurucusu Auguste Comte, Osmanlı sadrazamı Mustafa Reşit Paşa'ya pozitivizmin Osmanlı'nın resmî dini olması için bir davet mektubu dahi göndermiştir.
Pozitivizm aslında laikliğin felsefî temelidir. Genel anlamıyla yani insan merkezli anlayışın ifadesi olan hümanist yaklaşımlardan birisinin açılımıdır. Arapçada laikliğe ondan dolayı “ilmaniyye”4 denilmektedir. Pozitivizmin, pozitif ilimlerin verilerini kabul eden ve onların dışında hiçbir şeyi kabul etmeyen anlayıştır. Laikliğin temeli de budur. Yani tanrı, ruh, aklî melekeler vs. laboratuvara girmiyor, laboratuvara girmiyorsa da ilmin konusu değildir, ilmin konusu değilse onlarla ilgilenmeye gerek yoktur, düşüncesi hâkimdir. İnsanlığı ilgilendiren şeyler laboratuvara giren, test edilebilen, tekrarlanabilen, sonuçları bilinebilen ve tespit edilebilen şeylerdir. Böylelikle laikliğin temelini de hazırlamış oldular.
Laikliğin en önemli gerekçesini ise açıklanması uzun bir bahis olmakla birlikte Orta Çağ'daki tahrif edilmiş Hristiyanlık ile kilise oluşturmuştur.
Kapitalist anlayış, Coğrafî Keşifler, Sanayi İnkılâbı İslâm dünyasını tasallut altına almanın, yani sömürmenin ve istediği istikamete doğru sürüklemenin alt yapısını oluşturmuştur. Coğrafi Keşiflerle, Baharat ve İpek Yolu devre dışı bırakılarak İslâm dünyasına ödedikleri vergilerden kurtulmuşlar, kendi ticari ihtiyaçlarını kendilerinin yapacağı ticaret yollarını bulmuşlardır. Böylelikle hammaddeyi düşük maliyetlerle elde etmişler ve daha kazançlı ticaret yapmışlardır.5
Fransız İnkılâbı ile dünyaya açılan Batı medeniyetinin en önemli ayaklarından birisini emperyalist faaliyetler oluşturur. Marks'ın teorisini bilenler, normalde Marks'ın emperyalist ve kapitalist faali yetleri desteklememesi gerektiğini düşünür çünkü mantıkî tutarlılık bunu gerektirir. Ama İngiltere “Biz size medeniyet getiriyoruz.” diyerek Hindistan'ı işgal ettiği zaman Marks bu işgali deyim yerindeyse ayakta alkışlamıştır. Sebebi ise şudur: Hindistan'da henüz feodal veya Asya Tipi Üretim Tarzı hâkimdir, feodalizmden komünizme geçebilmek için kapitalistleşmek lazımdır. Marks'a göre İngiltere, Hindistan'da kapitalistleşmeyi sağlayacaktı. Dolayısıyla İngiltere'nin bu emperyalist işgalini desteklemek gerekmektedir.
Bu bize, Batı'nın Marksist bile olsa eşitliği, adaleti sadece kendisi için istediğini, kendi dışındakiler için bunu arzu etmediğini gösteriyor.
Sanayi İnkılâbı'nı, kapitalizmi ve Yahudi finans gücünü de Batı uygarlığını oluşturan unsurlar arasında görmemiz ve kabul etmemiz gerekir. Çünkü Sanayi İnkılâbı aynı zamanda kapitalizmin de neşvünema bulmasını sağlamıştır. Sanayi İnkılâbı emeğe olan ihtiyacı azaltmıştır, emeğe olan ihtiyaç azalınca sermayeye olan ihtiyaç zorunlu olarak artmıştır. O zaman için finans Yahudilerin ve feodal güçlerin elindeydi. Feodaller finans gücünü paylaşma tekliflerini kabul etmediler, Yahudiler ise istenilen finansı; parasını aynen alma ve geçen süre içinde faizin uygulanması karşılığında bu sanayici yatırımcılara vermeyi kabul ettiler. Yahudiler böylelikle hem verdiği finansı hem de alacağı faizi garantilemiş oldu. İşte o zaman Sanayi İnkılâbı'yla başlayan Yahudi sermaye terörü günümüze kadar devam etmektedir.
20. Asırda Dünya
20. asırda dünya konusunu, fikrî bakımdan ve günümüzün vakıası açısından iki ana başlık altında ele almaya çalışacağız.
a) Fikrî Bakımdan
20. asrı oluşturan bütün fikir akımlarını merak edenler felsefe tarihi kitaplarına bakabilirler. Biz zamanımızın kısıtlı olması sebebiyle sadece birkaçını değerlendirme imkânına sahibiz.
Şu an 21. asırdayız ancak 20. asrı tanımadan günümüzü tanıyamayız. 20. asırda ekonomik ve siyasal hayatta kapitalizm ve komünizm ile bunların siyasal ifadesi olarak demokratik ve totalitarist yönetimler hâkimdi. O zaman için dünya iki kutupluydu ve “hür” denilen dünyanın ekonomik yapısı kapitalist esasa dayalıydı, siyasal yapısı itibarıyla da demokrasiyi savunan bir yapıya sahipti.
“Demir Perde” ya da “Doğu Bloku” denilen dünyada ekonomik olarak komünist anlayış hâkimdi ve siyasal yönetim olarak totalitarist yönetimler söz sahibiydi. Demokrasi ile totalitarizm tıpkı kapitalizm ve komünizmin birbirine zıt oluşu gibi siyasal alanda birbirine zıtlardı. Demokrasinin ve kapitalizmin beraberinde getirdiği vazgeçilmez felsefi yaklaşım ise liberalizmdir. Liberalizm kısaca, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.” formülüyle ifade ediliyordu. Bu yaklaşım insanın kontrolsüz bir varlık olarak sahneye çıkması neticesini verdi. Oysaki Cenab-ı Allah, bunu en baştan beri reddediyor ve “İnsanın üzerinde onu kontrol eden, gözetleyen gözetleyiciler vardır.” buyuruyor. (İnfitar Suresi, 10 11)
Bizde insanoğlunun Rabbani kontrol ve murakabe altında olduğuna inanılır. En küçük bir Müslüman evladı bile iyilik yaptığında sağındaki meleğin, kötülük yaptığında solundaki meleğin o ameli yazdığını bilir. Kimin iyilikleri daha fazla gelirse o kişinin iyi bir kimse olduğunu ve cennete gideceğini, kimin kötülükleri fazla gelirse o kişinin kötü olduğunu ve cehenneme gideceğini bilir.
Liberalizm arkasından her türlü yanlış ve bâtıl inancı beraberinde getirirken İslâm insanı başıboş bırakmaz, herkesin her istediğini yapabileceği bir anlayışı kabul etmez. Batı'nın bu anlayışı neticesinde deizm ve ateizm gibi inanışlar ortaya çıktı, nefis ilahlaştırıldı, mutlak hakikatlerin inkârı büyük kabul gördü. İnsanlar bu yanlış ve darmadağın düşünceler içerisinde ahenkli olamadı ve aradığı huzuru bir türlü bulamadı.
Batı düşüncesine yön vermiş üç önemli isimden söz etmek istiyorum: Bunlar; Freud, Darwin ve Auguste Comte'tur. Her ne kadar felsefi yaklaşım ve yöntem açısından bu üç kişi arasında farklılıklar olsa da onları bir arada zikretmemin sebebi bazı ortak taraflarının bulunmasıdır. Bu kişiler Tanrı ve din tanımazdırlar, dolayısıyla bu kurumları ve bunlara ait değerleri hiçbir şekilde kabul etmezler.
Bunların karakteristik özelliklerine gelince; Freud, insanı tamamıyla cinsel eğilimlerinin bir oyuncağı ve esiri olarak mütalaa eder, şuurlu olduğu dönemlerde de küçücük bir bebekken de insan böyledir. Küçük bir bebeğin parmağını ağzına götürüp emmesini bile cinsel bir yaklaşımla yorumlamayı kendisine ilke edinecek kadar son derece insanı seviyesizleştirici bir yorum anlayışına sahiptir.
Bu üç kişi insanı Allahu Teâlâ'nın mükerrem kıldığı şerefli mevkiinden aşağıya indirme gayretinde olmuştur. Darwin, özellikle Türlerin Menşei isimli eseri ile şuan bilimsel olarak teorisinin tutarlı bir tarafı kalmadı uzun bir dönem insanları peşinden koşturdu. 1970'li yıllarda Türkiye'de Darwinizm, eleştirilemez bir bilimsel yaklaşım olarak kabul görüyordu ve ders kitaplarında okutuluyordu. Türlerin Menşei kitabında Darwin insan türünün geçmişini bir hücreye kadar indiriyor ve bu hücrenin tekâmül yoluyla bugünkü insan hâline geldiğini iddia ediyordu.
Hâlbuki o hücrenin ne olduğuna, hücrenin kim tarafından var edildiğine hiç değinmemiştir. Bütün gaye, insanın gözünden kâinata müdahil olan ifade yerindeyse kâinatı yaratan bir Allah'ın varlığını gözden ve dikkatlerden kaçırmaktır. Çünkü Batı'nın, Orta Çağ'da Hristiyanlıktan yediği darbeler gerçekten çok ağırdır.
Fakat bu darbeler dolayısıyla Batı, akılsızlık ederek İslâm dâhil bütün dinleri mahkûm etme yanlışına düşmüştür. Yapılan bu yanlışın zararı maalesef hem kendisine hem tüm beşeriyete olmuştur.
20. asrın sonlarında teorisine yapılan birtakım revizyonlarla birlikte Adam Smith ifade yerindeyse “kapitalizmin peygamberi” olarak saltanatını büyük ölçüde devam ettiriyor. Adam Smith ile birlikte Karl Marks da ortaya koyduğu teori ile sahneye çıktığı tarihten itibaren ismini zikrettirmiş kişilerdendir.
Beşeriyetin, kâinatın, maddenin ilişkilerini diyalektik bir ilişki tarzında izah etmiştir. Diyalektik ilişki ona göre kısaca şöyledir: Tez ve anti tez denilen zıtlar sürekli olarak birbirleriyle çarpışır, bu çarpışma neticesinde bir sentez ortaya çıkar, bu sentez süreç içerisinde bir tez hâline dönüşür ve başka bir anti tezle çarpışır ve hayat da böyle bir devinimle kendi kendisini tekâmül ettirir.
Marks meselâ feodal dönem ile alâkalı “Feodalizm olmasaydı kapitalist veya komünist dönem olmazdı.” der. Altyapı, üst yapı ayrımını yaparak ekonomik alt yapı tarafından inanç, ahlâk ve benzer üstyapı değerlerinin ortaya çıktığını kabul ve iddia eder. Mesela, feodal döneme ait ahlâkı, dini, inancı sonraki bir aşamada gereksiz görür.
Yakın zamana kadar İslâm ülkelerinde de böyle bir inanış söz konusu değil miydi? 14 asır önce inmiş bir dine, bir şeriata mı insanları döndürmek istiyorsunuz, demiyorlar mıydı?
İşte Batı, bu şekildeki anlayışlarla İslâm dünyasını ve bizleri işgal etmiştir. (Devamı gelecek sayıda…)
(Bu metin, M. Beşir Eryarsoy Hoca'mızın Konya'daki Öğretmenler ve Mezunlar Buluşması programında 24.08.2019 tarihinde gerçekleştirdiği “Türkiye ve Dünya Gündeminin Değerlendirilmesi” başlıklı sunumun yazıya geçirilmiş ikinci bölümüdür. Birinci bölüm bundan önceki sayımızda yayımlanmış idi. Üçüncü bölüm bir sonraki sayımızda yayımlanacaktır.)
1. Günümüz vakıasının bir projesi olarak Avrupa Birliği'nin arka planının tarihsel kökenini, Haçlı Savaşlarını ortaya çıkartan temel sebeplerde aramak, acaba aşırı “art niyetli bir yaklaşım” mı olur?
2. “Eski hâl (in devamı) imkânsız ya yeni bir hâl (çözüm ve oluşum) ortaya konacak ya da yıkım, çözülüş ve dağılış …” anlamında.
3. Hristiyanların “Kutsal Kitapları”nın kapsamını (Kitab‑ı Mukaddeslerini) bilindiği gibi Ahd‑i Kadim ve Ahd‑i Cedid teşkil etmektedir. Birincisi “Tevrat”ı ikincisi “İncil”leri ifade eder.
4. “Laiklik”in Arapça karşılığının “ilmaniyye” değil “alamaniyye” olduğunu ve böyle olması gerektiğini söyleyenlerin kanaatini doğru ve yerinde bulmuyoruz.
5. İlkokul 5. sınıfta Ülkeler Coğrafyası kitabının Coğrafi Keşifler kısmından şu anlamdaki bir cümlenin yer aldığını hatırlıyorum: “Macellan, Filipin Adaları'na çıktığı zaman vahşiler tarafından öldürüldü.” Kitaptaki temsilen hazırlanmış çıkış resmi hâlen hatırımda: Elinde kocaman bir haç bulunan Macellan'ın putperest veya totemist olduğunu düşündüğüm Filipinliler tarafından öldürüldüğü izlenimini veriyordu o temsilî resim. Sonradan öğreniyorum ki Filipinler ahalisi o zaman Müslüman'dı. Şu anda ise Filipinlilerin yarısından fazlası Hristiyan. Macellan, Filipinler'e girdiği zaman “Şimdi artık kemendimizi Müslümanların boynuna doladık, geriye bu kemendi sıkmak kaldı.” demişti. Demek ki Coğrafi Keşifler bize öğretildiği gibi dünyayı tanımak, bilim aşkı, macera tutkusu vs. için yapılmış değildi. İşin temelinde haçlılık ruhu vardır. Çünkü haçlılık her zaman için İslâm'ı ve Müslümanları ortadan kaldırılması gereken bir rakip olarak görmüştür.