• KARGAŞA DÖNEMİNİN AHVALİ

      Her kavramın kullanım alanı ve kullanım şekli vardır. TDK sözlüğüne göre kargaşa; Kışkırtma ve karışıklık yoluyla toplumda ortaya çıkan düzen bozukluğu, anarşi. Kalabalık, düzensizliğin yol açtığı karışıklık, kaos... Lisan ile dilin aynı anlamda...

DUYURULAR

AKLIN ANLAMI

Canlıların yaşamında “hayatta kalma” ve “neslini devam ettirme” olmak üzere iki temel meselenin bulunduğu görülür. Her bir canlı kendi hayatiyetini devam ettirmek için yemek, barınak vb ihtiyaçlarını arar. Diğer taraftan da kendi neslini devam ettirir. Hayvanların kendi ihtiyaçlarını temin ederken kullandıkları bilginin içgüdüsel olduğu ifade edilir. Biz buna canlılığının getirdiği iç yönelimler olması ve ‘nefs’in ‘can’ anlamı taşıması sebebi ile nefsî bilgi de diyebiliriz.

Buna göre her bir hayvan teki ihtiyaçlarını nasıl temin edeceğini genlerinden kaynaklanan içgüdüleri/nefsi sayesinde biliyor olarak dünyaya gelir. Dünyaya gelir gelmez de yapması gerekeni yapmaya başlar. 

Arapça sözlüklerde canlı/hayat sahibi/diri olmak anlamına gelen ‘hayy’ kelimesinin و -ي - ح fiil kökünden oluştuğunu görürüz. Aynı harflerle elde edilen başka bir kelime de ي-ح-و harflerinden oluşan ‘vahy’ kelimesidir. ‘Vahy’ kelimesinin ihtiva ettiği muhtelif anlamlarıyla, ‘canlı/hayat sahibi/diri olmanın’ aslî unsurlarından olan içgüdülere anlamını verecek bir imkâna sahiptir. ي-ح-و harflerinden mürekkep olan fiil Kur’an-ı Kerim’de Nahl Suresi 68’de ‘ilham etti’ manasıyla karşımıza çıkar: “Rabbin, bal arısına şöyle vahy/ilham etti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin.” Bir canlı olarak arının içgüdüsel olarak yaptığı işi, Kur’an-ı Kerim kendisine bildirilen bir vahy/ilham olarak takdim etmektedir. Şu durumda canlının canlığını/hayy oluşunu sürdürebilmesi için içgüdülerine yani kendisine bildirilen bir vahye ihtiyacı vardır. Bir ‘vahy’ olmadan canlı hayatiyetini yani ‘hayy’ oluşunu devam ettiremez.

***

Canlıların “hayatta kalma” ve “neslini devam ettirme” olmak üzere iki temel gündemleri bulunsa da, daha farklı meşgalelere sahip olabilmesi yönüyle diğerlerinden farklı bir yere konumlanan tek canlı insandır. Bütün canlılar, kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir silahla donatılmışlardır. Aslanın pençeleri, kartalın keskin gözleri, kedinin çevikliği gibi hayvanların kuvvetlerine dair sayılabilecek pek çok özellik canlıların kendilerini diğerlerinden ayırarak, diğerlerine üstünlük kurmalarını ve hayatiyetlerini sürdürebilmelerini sağlayan güçlerdir. Yukarıda diğer canlılardan ayrı bir yere konumlandığını dile getirdiğimiz insan ise fiziksel olarak böyle güçlerden yoksundur. İnsanın hem ihtiyaçlarını karşılamak hem de diğerlerine üstünlük kurabilmek için tek gücü aklıdır.

Akıl insanın tüm yaşamı boyunca alet olarak kullandığı, kendisi ile eylemlerini gerçekleştirdiği silahtır ve diğer canlılarda bulunmaz. Akıl derken kastettiğimiz tanımlama, muhakeme etme ve sonuç çıkarma yeteneğidir. İnsan aklı sayesinde ihtiyacını tanımlar ve bu ihtiyacı hangi yollarla karşılayacağını belirler. Yine aklı ile vücut azalarını kullanmayı öğrenir, geliştirir. Bu sebeple aklın herhangi bir insan ferdinden alınması halinde, o kişide ‘insan’ olmaya dair pek bir şey kalmayacaktır.

İnsanın sahip olduğu akıl gücü, diğer canlıların fiziksel yeteneklerinden farklı olarak insanın içgüdülerinden kaynaklanmaz, insan genlerinin veya içgüdülerinin etkileri yani nefsi ile hareket etmez. Veya daha doğru bir ifade ile içgüdülerinin/nefsinin etkilerinin dışında farklı saiklerle de hareket edebilme gücüne sahiptir. Bu, insanın genlerinden gelen etkilere/nefsî telkinlere bağımlı kalmayabileceği anlamına gelir. Zaten araştırmacıların ifadelerine bakılırsa insanın genlerindeki bilgiler yaşam boyu ihtiyacı olduğu bilgilerin ancak yüzde 10’unu karşılamaktadır. (Konu ile ilgilenenler Teoman Duralı’nın “Sorun Nedir”, “Biyoloji Felsefesi”, “Canlılar Sorununa Giriş” adlı eserlerine bakabilirler.) 

Geri kalan bilgiler ise öğrenme yolu ile elde edilir. İnsanın içgüdüleri/nefsi bilgiden ziyade insandaki hislerin, duyguların muharrikidir. İnsanın yaşam boyu ihtiyacı olan şeyleri karşılamasında kullandığı akıl, kendisine gerekli olan bilgileri içgüdülerinden/genlerinden/nefsinden değil, içine doğmuş olduğu kültürel ortamdan, ya da daha özel olarak belirtmemiz gerekirse bir muallimden alır. Şu durumda insanın içgüdülerine/nefsine değil de doğrudan aklına seslenen bir vahye ihtiyacı vardır.

Hâdî/hidâyet veren -isminin bir tecellisi olarak her bir canlıya vahyeden- Allah Teâlâ insanı da ihtiyaç duyduğu vahyden mahrum etmemiştir. Kur’an-ı Kerîm’de insanın yaratılışı ve peygamber ile ilgili kıssalara kulak kabartırsak, insanın daha ilk yaratılışında aklın tanımlama, muhakeme etme ve sonuç çıkarma eylemlerinde kaçınılmaz olarak ihtiyaç duyacağı şeylerin; isimlerin ona öğretildiğini görürüz. Bundan sonra peşi sıra gelen peygamberler insanlara ahiret saadetinin yolu olan tevhidi öğretmekle birlikte dünya saadetinin yolu olan meslekleri de öğretmişlerdir. İdris (as) bir terzidir, Nuh (as) gemi inşa etmiştir, Davud (as) demircidir. Nitekim İslam ilim tarihçileri mesleklerin birçoğunun ‘mişkâtü’n-nübüvve/peygamberlik kandili’ kaynaklı olduğunu belirtirler. 

Diğer taraftan canlıların yaşamsal ihtiyaçlarının sadeliğine karşın insanın yaşamsal ihtiyaçları oldukça çeşitlidir. Tek bir insan ferdi için bu ihtiyaçlarının tümünü hayatının her anında kendi başına karşılaması daima zordur. Bu bakımdan insanlar bir araya gelir, topluluklar halinde yaşar, birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamada belirli teşkilatlanmalara/medenî kurumların tesisine giderler. Böylesi bir teşkilatlı birliktelikler bir düzen ve intizam istediğinden uyulması gereken kuralların olması gerekliliği de kendiliğinden belirir. Sözünü ettiğimiz bu düzen ve intizam belirli ahlâk kaidelerinden doğar. “Doğru-yanlış”, “iyi-kötü”, “güzel-çirkin” gibi değer hükümlerine sahip olan ahlâkî kaideler, medenî kurumları ve dolayısıyla medeniyetleri şekillendiren kural ve kaidelere de vücut verirler. Bu sebeple ‘peygamberlik kandili’ni elinde bulunduran muallimler, insan aklına bu değer hükümlerini de öğretir.

***
İnsanın aklediyor olmasının getirdiği tanıma, tanımlama ve bilme isteği, insanı bedensel ihtiyaçları dışında kendi varoluşu başta olmak üzere bütün bir varoluşa da yönlendirir. İnsan, aklını kullanmaya başladıkça kendisinin bir evrende yaşadığını, kendi iradesi olmaksızın burada yaşamaya başladığını ve yine kendi iradesi olmaksızın bu evrenden ayrılacağını fark eder. Bu farkına varış insan aklını başka hiçbir canlının yapmadığı sorgulamalara götürür: “Ben kimim?”, “Neden varım?”, “Niçin varım?”, Varlığımın sonlanması neden?”, “Bütün var olanlar neden var?” ve daha sorulabilecek diğer sorular. İnsanın kendisine ve var oluşunu anlamlandırmaya dair sorduğu sorulara verdiği ya da veremediği cevaplar, onun yaşantısında ‘ihtiyaç’ olarak belirleyeceği şeyleri de etkiler. Çünkü yaşamsal ihtiyaçların belirlenmesi ve düzenlenmesi ancak bir maksada göre yapılabilir. İnsanın yukarıdaki sorgulamaları tam olarak insana bu maksadı kazandırır. İnsan aklının vahye duyduğu ihtiyaç burada da kendisini gösterir. İnsan aklına gönderilen vahy insana ne için var olduğunu, ne adına yaşam sürdüğünü öğretir. İnsana öğretilen bu maksat, aynı zamanda medeniyetleri ve medenî kurumları tesis etmesini sağlayacak değer hükümlerini/ahlâk kaidelerini de ihtiva etmektedir.

Şayet insan aklı anlam arayışında vahyin bu konudaki cevaplarından mahrum kalırsa o takdirde var oluşun anlamına dair sorduğu sorularda başka bir rehber arayışına girer. Bulabileceği tek rehber tüm canlılarda olduğu gibi kendi içgüdüleri/nefsidir. Ancak insanın içgüdüleri/nefsi ise yukarıda da belirttiğimiz gibi herhangi bir bilgi sunmamakta, hislere/duygulara kaynaklık etmektedir. “Arzulama” ve “kaçınma” olmak üzere iki şekilde tezahür eden içgüdülerin/nefsin eylemleri bir vahy doğrultusunda hareket etmediği için şeytanın telkinlerine açıktır. Bu şeytan, kendisini kötülüğe yani muallimlerin öğrettiği bilgi’nin dışındakine çağıran her şeydir. Cinden olabilir, insanlardan olabilir, insanların kendi elleriyle yaptığı şeyler olabilir. Vahyin öğretileri dışındakine çağıran şeytanın daveti içgüdülerin/nefsin yönelimlerini kışkırtarak kendisine çeker. Bu durumda içgüdülerinin/nefsinin yönelimlerine karşı akıl belli bir istikamette duramaz ve içgüdülerin/nefsin körüklediği arzuların ya da kaçınmaların yörüngesine girer. Böyle olmuş nefsin adı nefsi emmâredir.

Akıl sadece kendi var oluşu ve genelde bütün bir var oluşa dair hakikatin bilgisine ulaşmada vahyin rehberliğine ne kadar ihtiyaç duyuyorsa, içgüdülerinin/nefsinin yönelimlerini hakikat çizgisinde tutmak için de vahyin rehberliğine o kadar ihtiyaç duyar. İçgüdülerin/nefsin kaynaklığını ettiği arzuları şeytanın yörüngesinden çıkartabilmesi için aklın vahy gibi bir çekim merkezine ihtiyacı vardır. Akıl içgüdülerin/nefsin arzularını bu çekim merkezine tabi kılarak insanın ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçlarını karşıladığı medenî kurumları bir nizam içinde tutar. Bu sebeple “Nefsini arındıran felah bulmuştur.” (91/Şems-9) Arınmış olan nefs, nefsi mutmainnedir. Nefsini bir vahy ile arındıramayan yani nefsini vahye tabi kılamayan akıl ise “işbaşına geldiğinde ekini ve nesli helak eder.” (2/Bakara-205)

***

Akıl ile vahy arasında, ışık ile göz arasındaki ilişkiye benzer bir ilişkinin olduğu ifade edilir. Işık mekânı aydınlatır, göz de bunu görür. Düşünce tarihinde bu ikisi arasında hangisinin daha önemli olduğunu tartışmak isteyen kimseler çıkmış ve halen de çıkmaktadır. Ancak şurası bir hakikattir ki insan; tanımlama, muhakeme etme ve sonuç çıkarma eylemlerini yapabileceği bir akla ve bu akla hitap eden/rehber olan bir vahye sahip olmadıkça kendisini diğer canlılardan ayıracak, diğer bir deyişle “insan” kılacak hiçbir şeye sahip olamaz. 

Vahy insan aklına, varoluşun anlamını, bu anlam doğrultusundaki bir hayat tarzını, bu hayat tarzına uygun olarak şekillenen ihtiyaçların ölçülerini ve bu ölçülerle tesis edilecek olan medenî kurumların ahlâkî ve hukukî kaidelerini öğretir. Bunları öğrenmiş olan akıl, bu esasların tazammunlarını tespit eder, evrendeki yerine dair sorularına cevap bulur. Kendisine vahyi göndererek bu esasları öğreten ‘ilim sahibi’ne kulluğunu kavrar, bu kavrayış ile medeniyetler inşâ eder. ‘Hayatta kalma’ ve ‘neslini devam ettirme’ gibi diğer canlıların yaptığı eylemlerden başkasına odaklanmayan akıl, insanı diğer canlılardan farklılaştıramayacağı gibi, aslında bu ikisini temin edebilmesini mümkün kılan medenî kurumlar da oluşturamaz. Aklın ‘akıl’ olarak kalabilmesi ve insanda bir güç olarak belirebilmesi vahy ile anlam bulmasına bağlıdır.

tefsir dersi 2020

whatsapp takip edin

Yazanlarımız