• KARGAŞA DÖNEMİNİN AHVALİ

      Her kavramın kullanım alanı ve kullanım şekli vardır. TDK sözlüğüne göre kargaşa; Kışkırtma ve karışıklık yoluyla toplumda ortaya çıkan düzen bozukluğu, anarşi. Kalabalık, düzensizliğin yol açtığı karışıklık, kaos... Lisan ile dilin aynı anlamda...

DUYURULAR

ATALETİMİZİN SEBEPLERİ

Atalet ile âtıl olmak kelimesi aynı kökten gelmekte ve kısaca çalışmamak, hiçbir şey yapmamak, tatil yapmak anlamını taşımaktadır. Kelimenin anlamına daha iyi vâkıf olmak amacıyla "atalet" ile aynı kökten türeyen bazı kelimelerin anlamlarını -sözlüklerden hareketle- daha yakından tanıyalım:

Kelimenin kökünü teşkil eden "ayn-tı-lâm" harfleri, boş olmak anlamını verir. Kadın hakkında kullanılırsa süsten uzak olması yani süslenmemiş olma hâlini ifade eder.

Erkek için kullanılırsa çalışabilmek imkânı varken işsiz kalması demek olur.

 

Develer hakkında kullanılırsa çobansız bırakılmaları hâlini anlatır. “Doğumu yaklaşmış on aylık hamile develer başıboş bırakıldıklarında…” (Tekvîr, 4) buyruğunda olduğu gibi.

Kuyu ve pınar hakkında kullanılırsa, oraya gidilip gelinmemesi anlamını ifade eder. “Gidip geleni olmayan nice kuyular ve (terk edilmiş) nice yüksek köşkler…” (Hacc, 45) buyruğunda olduğu gibi.

Tatil anlamındaki “utlah” da aynı kökten gelmekte olup yeni dönemlerde okulların ve devlet dairelerinin faal olmadığı zamanlar demektir.1

Atalet bir manada doğru ve sağlıklı bir dinamizmin zıddıdır. Atalet,kişinin yapması gereken bir işi yapma imkânı olmasına rağmen çeşitli sebeplerden dolayı yapmamasıdır. Genel olarak atalet bu gibi haller için kullanılır. Ancak kişi şartları gereği yapamıyorsa, şartların mahkûmu ise buna atalet denmez, belki mecburiyet denilir.

Merhum Akif, ataleti bir Müslüman’a yakıştıramaz ve ataletin bir Müslüman’ı yapması gereken işlerden alıkoymaması gerektiğini savunarak çok vurgulu ifadelerle şunları söyler:

Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!2

Akif, imkânım yok türünden bir mazereti asla kabul etmiyor. Ona göre bir Müslüman’ın semtine ataletin hiçbir surette uğramaması lazım. Gerçekten hayatını bildiğimiz kadarıyla kendisi de aynen böyle yaşamış birisidir. Kurtuluş savaşında vaazdan vaaza, konuşmadan konuşmaya koştururken yeri geldi kağnılara bindi, yeri geldi yürüdü, yeri geldi ayakkabısı delinmesine rağmen yoluna devam etti, yeri geldi kışın ortasında üzerindeki yetersiz elbiselere rağmen üşüme pahasına mücadelesine devam etti. Belki de inandığı gibi yaşadığı için sözleri bu denli etkili olmuştur.

Bizde atalet var mı diye soracak olsak emin olun hiç birimiz bu soru da nereden çıktı, atalet bizim semtimize dahi uğramaz demeyiz, diyemeyiz.

Ataletimizin sebepleri bana göre çoktur. Fakat ne kadar çok olursa olsun bunların hepsinin üstesinden gelebilme imkânına da sahibiz. Peki, sıkıntımız nerede?

Birincisi ataletimizin sebeplerini yeterince teşhis edemiyoruz.

İkincisi sorunlarımızın hacimlerini, boyutlarını bilemiyoruz.

Üçüncüsü sorunlarımızı ehemmiyet sırasına göre sıralayamıyoruz. O halde öncelikle ataletimizin sebeplerinin sebepleri üzerinde durmamız gerekiyor. Atıl olduğumuzu biliyoruz fakat tam olarak niçin atalet içerisindeyiz tespit etmekte zorlanıyoruz. Yaptığımız bu tespitlerde mutabık kalamıyoruz. Dolayısıyla ataletimize nelerin sebep olduğuna dair bir liste üzerinde ittifakımız olmuyor. Haliyle ataletimizin sebepleri hususunda bir öncelik sıralaması yapamıyoruz. Çünkü ataletimize sebep olan hususların önemi, boyutu, üstesinden gelebilme imkânına dair yaklaşımlarımızda farklılıklar var.

Çoğunlukla insanlar bu gibi hususlarda genelde kendilerine en yakın gördükleri türden sıkıntılarla uğraşırlar ve onlara öncelik tanırlar. Hâlbuki onların bir sebep mi yoksa bir sonuç mu olduğu üzerinde pek durmazlar. Parmağı kanamış bir kişi, kanının pıhtılaşmamasına değil parmağındaki kesiğe odaklanıyor. Hâlbuki kanın pıhtılaşmaması sağlık açısından parmaktaki kesikten daha önemlidir.O yaraya dikiş atılsa dahi kan pıhtılaşmadığı için akmaya devam edecektir.

Buradaki misalde olduğu gibi meseleleri bazen iyi teşhis edemeyişimiz, mahiyetlerini derinlikli bir şekilde kavrayamayışımız onlara hak ettiği önemi veremememize ve onları hak ettiği gibi öncelik sırasına koyamamamıza neden oluyor.

Bunlar bizim ataletimizin ana sebeplerinin ön sebepleridir.

Dikkat ederseniz ataletimizin ana sebepleri var. Bununla birlikte bir de bu sebepleri ele almamızın önünde duran ve daha öncelikli halledilmesi gereken engeller var.

Bazen atalete sebep olan hususlar konusunda mutabık kalamıyoruz. Bir kimseye göre ataletin sebebi olan bir şey, bir başkasına göre ataletin değil aksine dinamizmin sebebi olarak görülebiliniyor. 

Konumuzla alakalı Kur’an-ı Kerim’den hatırıma gelen en kapsamlı ayet-i kerime “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz.” mealindeki Enfal Suresi’nin 60. ayet-i kerimesidir.

Ayet-i kerime kelime kelime üzerinde durulması, irdelenmesi gereken muhteşem bir ayet-i kerimedir. Evvela buradaki “hazırlamak” fiili emirdir. Eğer emri hafifletici bir karine/delil yoksa emir, fıkıh usulündeki kaideye göre vücub yani farziyet ifade eder. Bu emrin mutlaka yerine getirilmesi gerekmektedir. 

Biz çoğunlukla farz-ı aynları, farz-ı kifayelerden daha önemli görürüz. Hâlbuki durum öyle değildir. Farz-ı ayn ihmal edildiği zaman ihmal eden her kimse o günahkâr olur. Ama farz-ı kifaye ihmal edildiği zaman ümmetin tamamı günahkâr olur. Farz-ı kifaye ifa edilirse ümmetin tamamı sevap kazanır.

Bu ayetteki “hazırlayın” emri ümmete hitap olduğu için ümmetin her bir ferdi kendi imkânı, gücü ve kabiliyeti ölçüsünde bu emri yerine getirmekle sorumludur.

O halde düşmana karşı gereken hazırlığı yapmaya başlamak, ataletimizin ortadan kaldırılmasının anahtarı olarak görülebilir. Ayetin “…gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın.” kısmı ile Allah-u Teala’nın bizden gücümüzden fazlasını istemediğini anlıyoruz. Esasında sorun da burada başlıyor. Gücümüz nedir ve yapacağımız hazırlığın hiyerarşisi yani öncelik sıralaması nedir, bunları tespit etmemiz lazım. Bu manada Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman iki ayet-i kerimenin bize yol gösterdiğini söyleyebiliriz.

Birisi, vahyin inen ilk beş ayet-i kerimesidir. Diğeri ise Muhammed (as) Suresi’nin 19.ayet-i kerimesidir.

İlk inen ayet-i kerime "İkra' bismi Rabbik" yerine "Kul lâ ilaheilllah Muhameddür Resulullah" şeklinde nazil olabilirdi. Bu şekilde nazil olsaydı hiçkimse için de garip sayılmaz, tabii bir şey olarak görülürdü. Ancak ilk vahyin "İkra' bismi Rabbik" diye nazil olması hayret verici bir durumdur. Üzerinde gereği gibi durulmalıdır. Cenab-ı Allah “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” emri ile okuma ve tevhid arasındaki muazzam irtibata işaret ediyor.

Muhammed Suresi’nin 19. ayet-i kerimesine gelince merhum Buhari, bu ayeti kerime ile ilgili olarak kitabında “İlim tevhidden önce gelir” anlamında bir başlık açıyor. Çünkü ayet-i kerime “fa’lem ennehû lâ ilâhe illâllâh/Bil ki Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.” şeklindedir. Öncelikle bilmek yani ilim var, daha sonra Allah’tan başka hiçbir ilahın olmadığı lafzı var.

O halde ümmetin Enfal Suresi’nde buyrulan düşmanlarına karşı hazırlığa başlaması için ataletten kurtulması lazım. Ataletten kurtulmanın ilk adımı ise ilim sahibi olmaktır. Peki, neyi öğreneceğiz, neyin ilmini yapacağız?

Akıl, ihtiyacımız neyse onu öğrenmemiz gerektiğini bize gösteriyor. Her neye muhtaç isek onu öğreneceğiz, neye daha çok muhtaç isek onu önceleyeceğiz. 

Merhum Malik bin Nebi, “Sömürülmek yoktur, sömürülmeye kabil olmak vardır.” sözü ile çok veciz bir şekilde bir hakikate işaret ediyor. Bu çok dikkat çeken ve üzerinde durulması gereken bir noktadır. İslam ümmeti –diyebiliriz ki- miladi 16. asra kadar sömürülemeyecek bir ümmetti ve sömürülemedi. Bu ümmet de kimseyi sömürmedi. Aksine veren bir ümmet oldu. Biz sadece sömürülmemek ve sömürmemekle görevli olan bir ümmet değiliz, biz aynı zamanda veren de bir ümmet olmak zorundayız. Dolayısıyla bizim çıtamız çok farklı ve çok yüksektir.

O halde evvela kendimizi sömürülmeye maruz vaziyette bırakmamamız lazım.

Maalesef şuanda ümmet olarak fikrimizle, kalbimizle, elimizle, ayağımızla, cebimizle, yeraltı yer üstü zenginliklerimizle, insanımızla kısacası her şeyimizle sömürülüyoruz.

Peki, niçin sömürülüyoruz? Çünkü sömürülmesi mümkün haldeyiz. Meseleyi çok daha basit bir şekilde ifade edebiliriz:

Sömürülmek demek bir şey üretmeyip tüketici olmak demektir. Başkasının ürettiğini tüketiyorsan sen sömürülüyorsun demektir. Ne kadarını tüketiyorsan o kadar sömürülüyorsun. Malik bin Nebi diyor ki: “Fransızlar işgal döneminde dilencilere ses çıkarmazlardı fakat küçük bir sandığa veya kutuya koyduğu portakalı satmaya çalışan bir genç gördükleri zaman askerler ona hücum eder, çocuğu bir güzel döver, sandığını kırar, portakalını ezer ve öyle gönderirlerdi.”

Bu dilencilik yap ama ayakların üstünde durma, demektir.

Şuan benzeri bir durum sosyal devlet kılıfıyla Avrupa’daki Müslümanlar üzerinde oynanıyor. Bizim Müslüman kardeşlerimizde “Allah’a şükür sosyalden geçiniyoruz.Çalışan ile çalışmayan arasında şu kadarlık fark var, niye çalışayım.” diyor. 

Halbuki azmini, gayretini, çalışıp da kendi ayaklarının üzerinde durarak çok daha fazla kazanma imkânını onlara teslim ediyor. Kendisinin atıl hale getirildiğinin farkında değil. Çünkü iradesi dumura uğramış. O halde ataletten kurtulmamızın bir diğer adımı, bizi başkalarının sömürüsüne maruz hale getiren sebepleri ortadan kaldırmak olmalıdır.

Enfal Suresi 60. Ayet-i kerimesindeki min kuvve kelimesine bakacak olursak, normalde “min” harf-i cerri olmadan fiil nesneye geçiş yapabilir. Fakat burada neden “min” gelmiştir? Çünkü herhangi bir kuvvetten bahsetmiyor, kuvvet sayılabilecek bütün türleri kapsamına alıyor.

“Savaş Peygamberi” 3 olma sıfatıyla Rasulullah (sav) kuvve’yi örneklendirerek açıklıyor. İlgili ayet-i kerimeyi okuyor ve sonra “Kuvvet atmaktır” 4 buyuruyor. 

Mucize bir tefsir. Rasulullah (sav) o kadar umumi bir ifade kullanıyor ki ümmet her zaman içinde bulunduğu hale bunu uyarlayabilir.

Kuvvet, atmaktır. Oktan tutun mermiye, füzeye kadar, nükleer reaktörlerle çalışan savaş aletlerine kadar savaş sanayinin her nevisi bu kapsama girer. 

Can alıcı sorumuz geliyor:

Peki, şimdi ümmet zalimlere direnebilecek, onların saldırı ve hücumlarını durdurabilecek kuvvet türünden atacak neye sahiptir?

Bu kuvveti oluşturamadığımız ölçüde ümmet olarak günahkârız. Herkes günahtan payını alacaktır. Dünyamızda bu günahın payını alıyoruz zaten, âhirette Rabbimiz yüzümüze baksın.

Her şeyimizle tüketiciyiz. İdeoloji tüketiyoruz, düşünce tüketiyoruz, malzeme tüketiyoruz. Batının silahını tüketiyoruz, birbirimizle savaşarak kendi kendimizi tüketiyoruz.

Beşeriyete karşı şahit olmak üzere, beşeriyetin hayrına çıkarılmış bir ümmet olduğumuzu ifade eden ayet-i kerimeleri okuduğumuz zaman kıvanç duyuyoruz değil mi? Aksine o ayetleri okuduğumuz zaman utancımızdan yerin dibine geçmeliyiz. Çünkü Cenab-ı Allah bizi böyle görmek istiyorken biz yerlerde sürünüyoruz.

Ümmetin bu halinden hiç birimiz memnun olamayız. Ümmetin içinde bulunduğu hali bilen hiçbir kimse bunun devam etmesi gereken bir hal olduğunu kabul edemez. Bu ataletten kurtulmak zorundayız. Bu halden kurtulmak için ümmetin ulü'l-emri dediğimiz her alandaki alimleri, samimi dava adamları Allah için kafa kafaya vermeli; kalplerini, iyi niyetlerini, bütün becerilerini, güçlerini ortaya koymalıdır. Bu olana kadar hiç kimse bir kenara çekilerek bekleyemez. Herkes gücünün yettiği kadar kendi sınırları içerisindeki vazifelerini en iyi şekilde yerine getirmeye gayret etmelidir.

Öncelikle işe kendimizi tanımaktan başlayacağız. Don Kişotluk etmeden herkes kendi gücünü, kabiliyetini ve imkanlarını ölçecek ve ben bu ümmete ne verebilirim, diye kendine soracak.

Bir fert olarak istikamet sahibi olabilirim. Çağın getirdiği her türlü münkerden elimden geldiği kadar ailemi koruyabilir, İslamî bir istikamet üzerinde onların yaşamasını temin edebilirim. Salih bir nesil yetiştirmek için elimden gelen ne varsa onu yapabilirim. Helalinden çok iyi iş alanları kurabilir, az ya da çok sayıdaki kişiye iş alanı açabilirim. Ümmete şunu anlatabilirim, bunu verebilirim.

Hiçbir Müslüman fert, kendisini bu ümmete bir şeyler vermekten, bu ümmete bir şeyler katmaktan muaf zannetmesin. Her birimizin bu ümmetin havuzuna katacağı mutlaka bir şeyleri vardır ve herkes neleri katabileceğini kendisi tespit etmekle yükümlüdür. Bu konuda elbette ki kişinin kendisini tanıyan nasihat ehli Müslümanların yardımını alması, onlarla istişare etmesi de önemlidir. 

Bu ümmetin sancısını çeken herkes işe ataleti ortadan kaldırmakla başlamalıdır. Ümmetin havuzuna katabileceği her ne ise büyük demeden küçük demeden katmalıdır. Konuşabiliyorsa konuşacak, yazabiliyorsa yazacak, para kazanabiliyorsa para kazanacak, iş sahibi yapabiliyorsa iş sahibi yapacak.

Doğru adımı doğru bir şekilde doğru zamanda atarsak hiç merak etmeyin Allah-u Teala çabalarımızı karşılıksız bırakmayacaktır.

Cenab-ı Allah Ankabut Suresi’nin 69. ayetinde “Bizim uğrumuzda cihad edenleri mutlaka yollarımıza ileteceğiz.” buyuruyor. Ayet Mekkidir ve ayet-i kerimede kıtal manasına cihad emredilmiş değildir.O halde cihadı en geniş manası ile tefsir edecek olursak ayet bizim uğrumuzda, bizim dinimizin gayesi ve maksatlarının gerçekleşmesi yolunda mücadele eden ve gayret gösteren kimselere yollarımızı göstereceğiz, manasını taşımaktadır. 

Bulunduğumuz şartlar içerisinde yükümlülüğümüz ne ise onu tespit edip ifa etmeye gayret edelim. Allah-u Teala emrini ulaştırmak istediği yere ulaştıracaktır. O, her şey için bir kader ve ölçü tayin etmiştir. Korkmayın, Allah zorluktan sonra kolaylık yaratacaktır.

Cenab-ı Allah ümmeti bulunduğu bu zorlu ve sıkıntılı hallerden kurtarsın, bizlere ümmeti kurtarmanın yollarını göstersin. Yüce Allah hepimizin yardımcısı olsun.

M. Beşir Eryarsoy


(*) Bu metin, 15 Nisan 2018 tarihinde Medeniyet Vakfı Marmara Bolgesi Hizmet İci Eğitim Seminerlerinde yapılan konuşmanın deşifresidir.

1. Bkz. El‑Mu‘cemu'l‑Vasit, “ayn‑tı‑lam” maddesi.

2. Mehmet Âkif Ersoy, “Hakkın Sesleri” Safahat, haz. M. Ertuğrul Düzdağ, s.185‑186, ty., Dn‑Aden Yayıncılık.

3. Ebu Musa el‑Eş‘ari dedi ki: Resulullah (s.a.v.) bize kendisinin bazı isimlerini saydı. Bu isimlerinin bir kısmını ezberledik. Şöyle buyurdu: “Ben Muhammed'im, Ahmed'im… Rahmet peygamberiyim, tevbe Peygamberiyim ve savaş peygamberiyim.” (Müsned, 19543, 19637)

4. Ukbe b. Amir (r.a.) dedi ki: Resulullah (s.a.v.)'ı minber üzerinde şöyle buyururken dinledim: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadarıyla güç hazırlayın. Şüphesiz güç atmaktır, şüphesiz
güç atmaktır, şüphesiz guc atmaktır.” (Muslim, 5055; Ebu Davud, 2516; Tirmizi, 3083; İbn Mace, 2813; Müsned, 17468.)

 

 

tefsir dersi 2020

whatsapp takip edin

Yazanlarımız