Her kavramın kullanım alanı ve kullanım şekli vardır. TDK sözlüğüne göre kargaşa; Kışkırtma ve karışıklık yoluyla toplumda ortaya çıkan düzen bozukluğu, anarşi. Kalabalık, düzensizliğin yol açtığı karışıklık, kaos... Lisan ile dilin aynı anlamda...
Hocam davetimizi kabul ettiniz, Allah razı olsun. 15 Temmuz sürecinden sonra ülkede ciddi şeyler yaşandı. Süreçle ilgili fikirlerinizi almak istedik. Birkaç soru soracağız inşallah. 15 Temmuz’da Türkiye tarihinde görülmemiş bir ihanet ve darbe girişimine maruz kaldı. O günlerde neler hissettiniz, neler yaşadınız?
Bismillahirrahmanirrahim.
Ben aşağı yukarı dört-beş tane darbe gördüm. Başarıya ulaşmamışları da sayarsak yaklaşık sekiz-on tane darbe teşebbüsü gördüm. Fakat 15 Temmuz’daki darbe girişimi, bu görmüş olduklarımın tamamından daha ahlaksız, daha sinsi ve daha tehlikeli bir darbe idi. Ben bunu ilk anda hissettim. Ve gerçekten Türkiye adına, Müslümanlar adına, ümmet adına çok endişeye düştüm. Çok dua ettim. Özellikle halkın sokağa çıkmasıyla, yöneticilerin davetleriyle içime bir ferahlık girdi ve o gece saat daha 11.30 olmadan darbenin başarısızlığa uğrayacağını hissettim. Ve Rabbime çok şükrettim, ‘Elhamdülillah’ dedim. Çünkü diğer darbelerde Müslümanların neler yaşadığını görmüş bir insan olarak Rabbime çok çok şükrettim. Ve buna rağmen tabi ki sabaha kadar sokağa çıkmak istedim. Ama evimizde bir kriz havası vardı, çıkamadım. Ertesi gün çıktım. Ve sonradan olaylar geliştikçe şunu hissettim ki nasibi olanlar çıktılar. Ve nasibi olanlar seçildiler, şehid oldular. Sonraki günlerde de bu duyguları yaşadım.
Bu darbe ihaneti, bu topraklarda doğup büyüyen bir Müslüman olarak nasıl anlaşılmalı, nasıl değerlendirilmeli?
Meseleyi sadece darbe olarak değerlendirmek tabi yanlış olacaktır. Çünkü darbelerin büyük çoğunluğu her ne kadar dış destekli olsa da, sonuçta o ülkenin içindeki insanlar tarafından yapıldı. Bu darbe ise böyle değildi. Planlaması dışarıda yürütmesi içeride olan bir darbeydi. Dolayısıyla daha büyük bir projeydi. Darbe başarıya ulaşırsa ulaşsın, ulaşmazsa da bir iç çatışma çıksın, bir kaos yaşansın ve Türkiye bu kaosun ve iç çatışmanın ardından bir süre sonra da bölünsün. Bu tür niyetlerle projelendirilmiş, planlanmış bir girişim idi. Onun için sadece darbe girişimi demeyi biraz eksik görüyorum. İşgal niyetli, kaos niyetli, parçalama niyetli bir darbe girişimi dersek olayı daha iyi anlamış oluruz.
Bu darbeyi dışarıda projelendirenler ve planlayanlar şunu düşündüler. Yaklaşık son dört-beş yıldır çevremizde yaşanan bölünmeler, çatışmalarla, bu çatışmaları yüzde yüz Türkiye’ye aktaramadıkları için, daha önceden gezi denemesi ile, 17-25 Aralık denemesi ile diz çöktüremedikleri Türkiye’deki direnişin ayakta kalışı, bu şekilde tekrar son bir gayretle yok etmek istediler. Çevremizde oluşan olaylarla bu darbe ve işgal girişimini bağımsız düşünmememiz gerekiyor. Dolayısıyla İslam dünyasında, dünya Müslümanlarına sahip çıkan bir ülke olarak Türkiye’nin seçilmesi bana göre ümmetin de hedef seçilmesi anlamına gelir. Onun için de bütün ümmet darbeye karşı çıktı. Sadece Türkiye’deki Müslümanlar, Türkiye’deki halk değil, İslam coğrafyasının bütün ülkelerindeki Müslümanlar bu darbeden ürktüler, korktular. Ve hepsi sahip çıktılar sonra da.
Kısaca bu sadece bir hükümete, bir devlete değil, bütün Müslümanlara yönelik bir darbeydi.
Değil. Sadece hükümete Türkiye Cumhuriyetine değil, ümmeti iyi-kötü kollamaya çalışan bir anlayışı yıkarak ümmeti sahipsiz ve başsız bırakmak. Korumasız bırakmak diyelim. Ümmeti korumasız bırakmak. Darbenin amacı ve hedefi buydu.
Fetö nasıl doğdu, bugünlere nasıl gelindi?
Tabi bunun uzun bir cevabı var. Nasıl kısaltacağımı çok da bilemiyorum. Bildiğiniz gibi Erzurumlu kendisi. Erzurum’da belli hocalardan bir miktar Arapça okumuş, Kur’anla meşgul olmuş. Ondan sonra Edirne, İzmir hayatları var. Ben İzmir hayatının hemen hemen dört-beş yılını biliyorum. Ben şöyle inanıyorum: İzmir’den öncesine ait kesin bir kanaatim olmamakla beraber, İzmir’deki çalışmalarının tamamının belli güçlerle ilişki içinde olduğuna inanıyorum. İzmir’den itibaren. Ondan öncesi de muhtemeldir. Çünkü İzmir’deki oluşuma başladığı dönemden itibaren, arada bir aranıp cezaevine girip, on-onbeş gün kalıp çıktığını görüyoruz. 12 Eylül darbesinde yakalanmak istenip yakalanamadığını görüyoruz. Yakalanamadı değil, bence yakalanmadığını düşünmemiz lazım. Ben o zamandan beri bir proje olduğunu ve ilerideki günlerde kullanılmak üzere önü açıldığını, yetiştirildiğini, büyütüldüğünü düşünüyorum.
Tabi böyle bir proje olduğu için de Türkiye Cumhuriyeti devletinin hiçbir hükümeti ciddi olarak bununla mücadele etmemiştir. Sürekli önleri açılmış, yardım görmüş, hem Türkiye’de hem yurtdışında bunlar olmuştur. Son zamanlarda artık açığa çıkıyor ki bunların yurtdışındaki okullarında İngilizce öğretmenliği yapanların birçoğu CIA ajanı. Artık bunlar gün yüzüne çıkıyor.
Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri içerisinde bunun önünü açmak istemeyen tek hükümet var. Rahmetli Erbakan hükümeti. Onunla hiç uyum sağlayamadılar. Hiç geçinemediler. Ve onun 28 Şubat darbesi ile alaşağı edilmesine de destek oldular. Onun dışında bütün hükümetler önlerini açtılar. Genel olarak Müslümanlar arasında şu çok konuşulurdu: ne kadar güzel çalışıyorlar, ne kadar güzel gelişiyorlar, maaşallah denirdi. Ben her seferinde bu sözü söyleyen arkadaşlarıma gençlere şunu söylerdim. Onların çalışmalarının çok akıllı oluşundan, çok başarılı oluşundan değil, onlar özel olarak geliştiriliyor önleri açılıyor. Dolayısıyla bütün dünyadan destek görmüşlerdir. Türkiye’den destek görmüşlerdir. Ve bugüne kadar bu şekilde geçmişlerdir.
Bu kadar destek görmelerine rağmen, sayısal olarak ve bir takım önemli mevkileri kazanmış olmalarına rağmen şunu hiç unutmayalım, bunlar iyi bir kadro yetiştirememişlerdir. Bakın, çok iyi edebiyatçıları yoktur. Çok iyi bir şairleri yoktur. Çok iyi bir yazarları da yoktur. Çok iyi sanatkârları yoktur. Fen alanında çok iyi yetişmiş insanları da yoktur. Öyle bir imaj vardır sadece. Ezberletilerek sanatkâr olunmaz, şair olunmaz, iyi bir mütefekkir olunmaz. Bu fen bilimlerinde de böyledir. Hiçbir dalda böyle ortalamanın üstüne çıkacak, sivrilecek, Türkiye’ye katkı yapacak hiçbir elemanları olmamıştır bunların. Bu çok düşündürücüdür. Bu kadar büyük sayısal çoğunluğa rağmen kalite insanları olmamıştır bunların. Bu da bize gösteriyor ki kalitelerinden gelişmediler, yükselmediler. Neden yükseldiler? Önleri açıldığı için ve hiçbir engel tanımadan her yere girebildikleri için böyle oldu.
Esasen çok büyük sanatkârları, şairleri, edebiyatçıları olmaları mümkün de değildi. Niçin? Çünkü başlarındaki liderlerinden tutunuz, aşağıya kadar bu kadronun içinde yer alan elemanların hemen hemen hepsi akıllarını kullanabilir durumda değillerdi. Herkes aklını bir yere teslim etmiş durumdaydı. Peki, liderleri de etmiş miydi? Evet, liderleri de etmişti. Liderleri de başka güçlerin planlarına projelerine aklını teslim etmişti. Bunca kitabına rağmen liderlerinin dişe dokunur ciddi hiçbir eseri yoktur. Hiçbir tane kalite bir eseri yoktur, özgün bir eseri yoktur. Ne vardır? Konuşma yeteneği vardır. Köpük şeklinde bir konuşma yeteneği vardır. Köpüğünü alırsanız özü yoktur. O konuşmanın özü de yoktur. Ama köpük şeklinde, heyecanlandırma şeklinde bir konuşma yeteneği var. Allah ona o yeteneği vermiş. Kitleleri etkileme olarak vermiş. Ama ortalama insanlar için söz konusudur bu. O köpüğü, konuşmasının heyecanını aldığınız zaman normal konuşmalarında o yetenek de kalmamıştır kendisinde.
Biz buradan söz gelmişken şunu söyleyebiliriz: Aklını kullanmayan, tefekkür etmeyen, Kur’an’ın bolca zikrettiği tezekkür ve tedebbür dediğimiz bu melekelerini geliştirmeyen insanlar, ortalamanın üstüne çıkarak, o topluma katkı sunacak büyük eserler veremezler, büyük sanatkâr olamazlar. Bu bakımdan bütün Müslümanların akıllarını kullanmalarını, tefekkür etmelerini, tezekkür etmelerini, tedebbür etmelerini tavsiye etmiş olalım.
Darbe ve işgal girişimi vesilesiyle ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri suçüstü yakalandı. Adı konulmamış bir Haçlı ittifakından söz edebilir miyiz?
Haçlı ittifakı demeyelim isterseniz. Ama bütün Batı dünyasının müşterek bir hareketi diyelim. Çünkü Haçlı ittifakı denildiği zaman, Haçlı seferleri denildiği zaman biz daha çok silahlı savaşları anlıyoruz. Burada fikrî bir Haçlı savaşı denilebilir. Fikrî olarak, düşünsel olarak. Evvela bu olayda İslam ümmetinin büyük bir çoğunluğu Batı’nın “demokrasi” derken, “özgürlük” derken neler kastettiğini anlamış oldu. Bu Batı’nın büyük maskesini indiren olay oldu. Daha önceden de Batı’nın böyle düşündüğünü bizler biliyorduk. Belli kadrolar biliyorlardı ama ümmetin çoğunluğu bilmiyordu.
Mesela Batı’nın ilk defa normal seçimlerle işbaşına gelmiş kimi kadrolara karşı ne kadar düşmanlık yaptığını ilk defa biz Cezayir’de gördük. Cezayir’de çoğunlukla seçimleri kazanan FİS hareketini bütün Batı bir araya gelerek boğdu. Bu hareketi yok etti. Oysa Cezayir’de o hareket toplumu yönetmeyi hak etmişti. Toplumdan onay almıştı. Ve yüksek bir onaydı, çok yüksek bir onaydı. O FİS hareketi bastırılınca, Cezayir’de silahlı direniş başladı. Ve o silahlı direniş de belki başkalarının kontrolündeydi. O hareketi bastırmak için de kullanıldı o silahlı hareket. Toplumsal direnişi, toplumsal meşruiyeti yok etmek için bir yandan da silahlı İslamî hareketmiş gibi görünen bir hareket başladı. O zaman ancak dünya olaylarını takib eden insanlar Batı’nın bu ikiyüzlülüğünü görmüş oldu.
Peşinden biz bunu Filistin’de gördük. Filistin’de Hamas seçimleri kazandığında onu da boğmak için çok uğraştılar. Kabul etmediler, reddettiler. Bir kesim daha anlamış oldu Batı’nın niyetini o zaman. Son olarak da Mısır’da seçilmiş bir Cumhurbaşkanı vardı. Ona karşı bir darbe yapıldı. Ve Batı o darbeyi destekledi. Bunlardan anlıyoruz ki Batı “demokrasi” derken farklı şeyler düşünüyor. Batı’nın kafasındaki demokrasi İslam dışı bir sistemdir. İslam olmaması Batı’nın biricik şartıdır. Halkın seçmesinin, onayının, verdiğini reyin Batı indinde bir kıymeti yoktur. Biz bunlardan bunu anlıyoruz. Nitekim Batı Mısır’daki darbecileri desteklerken, FİS’i boğarken, Hamas’ı ezmeye çalışırken bölgedeki bir takım diktatörleri, darbecileri desteklemiştir. Fakat bütün bunlara rağmen İslam ümmetinin tamamı hâlâ Batı’nın bu ikircikli yüzünü, çifte yüzünü görememişti. Türkiye’deki bu darbe ve işgal girişiminden sonra ben inanıyorum ki İslam ümmetinin büyük çoğunluğu çok daha net görmüş oldu.
Önce Cezayirliler, sonra Filistinliler, sonra Mısırlılar Batı’nın maskelerini indirmişlerdi. Ama Türkiye’de maske bütünüyle indi. Daha artık Batı özgürlüklerin, rüyaların, hukukun egemen olduğu bir rüya ülkesi olmaktan çıkmıştır. Ben bundan böyle İslam dünyasının hiçbir ferdinin Batı’yı özgürlükler ülkesi olarak, halkların tercihlerine saygı gösteren ülkeler olarak düşüneceğine inanmıyorum. Çünkü Batı’nın tam ikinci yüzü kendi dışındaki dünyaya dönük yüzü artık ortaya çıkmıştır. Türkiye maskeyi tam indirmiştir.
Fetö’nün bir üst aklı olduğunu biraz önceki söylemlerinizden de kabul ettiğinizi anlıyoruz.
Evet.
Peki, Fetö ile bu üst akıl arasındaki ilişki nasıl bir ilişkidir?
Şimdi her zaman için veren el alan elden üstündür. Bu hareketin vereni üst akıl olmuştur hep. Kendisi alandır hep. Ondan ala ala büyümüştür. Veren, onun önünü açan, eli üstte olan üst akıldır. Dolayısıyla onunla ilişkisi hep ezik, sinmiş ve ne derlerse yapmaya hazır bir ilişki biçimi olmuştur. Öyle ki kendi tabanına izah etmekte zorluk çekeceği bir takım konularda bile onları memnun etmek için ileri adımlar atmak mecburiyetinde kalmıştır. Mesela bunlardan bir tanesi Filistinlilerin aleyhine konuşmuştur. O kendi tabanına da zor gelen bir hareket olmuştur. Ama konuşmuştur. Yeter ki o üst aklı memnun edeyim, mutlu edeyim. Birinci hedef budur. Kendi tabanındaki İslamiymiş gibi duran kaygılar her zaman için ikinci planda kalmıştır. İkincisi o üst akıl dediğimiz güç, bunun İslam dünyasındaki hiçbir hareketi ile ilişki kurmasını istememiştir. Ve bu da İslam dünyasındaki hiçbir İslâmî oluşumla, hareketle bir dostluk ilişkisine girmemiştir. Biz anlıyoruz ki burada üst akılla eşit düzlemde bir ilişki değil, onlar ne isterlerse bu onu yapmıştır. Esasen, bizde bir söz vardır: “Senden büyükle dans ederken dikkat edeceksin.” Bir efendi-köle ilişkisi gibidir ilişkisi.
Fethullah Gülen’i tanıyan birisisiniz. Düşüncesi ve hareket tarzı hakkında, dünü ve bugünü hesaba katarak neler söylemek istersiniz?
Tabi burada bizim bu konuşmalarımız sadece onu eleştirmeye dönük olmasın arzu ediyorum. Hem onun yanlışlarını ortaya koyarken, aynı zamanda Müslümanlar da konuştuklarımızdan yararlansın istiyorum. İslam’da en kötü sıfat münafıklıktır. Tabi ki mü’min olmayanlar kâfirler, müşrikler, münafıklar hepsi aynıdır ahiret hayatı itibariyle. Ama münafıklar İslam ümmetine verdikleri zarar açısından da karakter açısından da kâfirlerden ve müşriklerden daha kötüdürler. Çünkü ikiyüzlü davranırlar. Bütün Müslümanlar karakter olarak tek yüzlü, açık, net iyi bir şahsiyet sahibi olmak için çalışmalıdırlar. Ben öğrencilik yıllarında İzmir’de iken, bu harekete bağlı öğrencilerde gördüğüm ilk özelliği söylemek istiyorum. O zaman bizim okulun ismi “Yüksek İslam Enstitüsü” idi. Henüz İlahiyat Fakültesi olmamıştı. Yaklaşık on tane sınıfı olan bir okuldu. Bu sınıfların bazılarında üçer kişi, bazılarında beşer kişi, bazılarında birer kişi öğrencileri vardı onların henüz. Çok gelişmiş değillerdi, bu kadar. En fazla yedi-sekiz kişi olan sınıflar vardı. Otuz kişilik, kırk kişilik sınıfta beş kişi, dört kişi, altı-yedi kişi.
Ben bütün sınıfları tanırdım. Çünkü sınıftaki insanların çoğu MTTB’liydi. Ben de MTTB başkanıydım. Her sınıfta iletişimim vardı. İlginç bir karakter, ikiyüzlü, üçyüzlü, dörtyüzlü olduklarını o sınıflardaki sayılarından anladık biz. Eğer bir sınıfta bir kişi ise veya iki kişi ise o bir veya iki kişinin bütün sınıfa karşı davranışı tamamen tebessümler, gülümsemeler af edersiniz yaltaklanma şeklinde olurdu. Eğer otuz kişilik sınıfta beş kişi ise bunun dozajı biraz daha kendine güvene gelirdi. Biraz daha kendilerini bir varlık olarak korlardı. Eğer sınıfta yedi-sekiz kişi olmuşlarsa o sınıfa hükmetmeye çalışırlardı. Hiç gülümsemek, tebessümler dağıtmak olmazdı. Bunlar aynı yerden gelen öğrencilerdi. Sınıflarda bile farklı davranıyorlardı. O sınıftaki güçlerine göre. Eğer bir sınıfta yarıya yakın olurlarsa o sınıftaki arkadaşlarının ayaklarını kaydırdıklarını biz öteki üniversitelerden de biliyorduk. Eğer yarıya yakın varlarsa o sınıfta, bir şekilde iftiralara, kumpaslara o zamandan başlıyorlardı.
Bunu niye anlattım? Yani benim için hiç başka bir delil olmasa bile bir hareketin öğrencilerinin sadece sayısal güçlerine göre karakter değiştirmeleri farklı maskeler takınmalarını biz o zamanlar görmüştük. Bu kadar farklı maskeler takanlar İslam ümmetine hiçbir şey veremeyecekleri gibi münafıkça hareketlere girmiş oldular. Çünkü bir insan şahsiyetini bölerse farklı farklı olursa, her yerde farklı davranırsa o insanın karakteri kalmaz, şahsiyeti kalmaz. Ve bunun sonu münafıklığa kadar gider.
Bir de kendisinden bir anekdot nakledeyim. Bir gün bizim üniversite okulumuza Muhammed Hamidullah hoca konferansa geldi. Hamidullah hoca tabi İslam dünyasında sevilen bir zat idi. Konferansa geldi. Bizi arkadaşlar afişleri astılar. Daha çok katılım istiyorduk. Ama bahsettiğimiz öğrenciler, Kestanepazarı’na bağlı olan öğrenciler hocanın aleyhine konuşuyorlardı. Muhammed Hamidullah’ın aleyhine konuşuyorlardı. Sonra hoca konferansa geldiği zaman baktık ki onların hocaları da, Fethullah Gülen de gelmiş en önde oturuyor. O da dinlemeye gelmiş. Oysa öğrenciler aleyhinde konuşuyorlardı. Sonra konferans bitince gitti, kendisi ile bir tokalaştı, bir saygı gösterdi. Ben bunu hiç unutmadım tabi.
Gitmez mi sohbetlerine? Dört beş arkadaş dedim ki bugün öğrenin bakalım, sohbeti nerede imiş bir gidelim. Fethullah Gülen’in sohbetine gideceğiz. Karar verdik gittik. İlk defa gidiyorum. Çünkü ne öğrencilerinin durumunu beğeniyordum ne kendisinin durumunu beğeniyordum. Gittik, sohbet etti. Soru-cevap faslı başladı. Ben soruyu sordum: “Muhammed Hamidullah hakkında ne düşünüyorsunuz?” dedim. Bana Necip Fazıl’ın Muhammed Hamidullah hakkındaki düşünceleri ile cevap verdi. Tabi Allah rahmet eylesin, taksiratını affetsin, Necip Fazıl’ın Muhammed Hamidullah hoca hakkında kanaatleri çok menfiydi. Biraz da ileri gitti, Allah affetsin. Onunla cevap verdi. Böylece bir taş atıyordu iki kuş vuruyordu. Ben onu anladım. Hem Necip Fazıl’ın o mübalağalı cümlelerini böyle ağzını gere gere, yaya yaya kullanarak Necip Fazıl’ı küçültmüş oluyordu, hem onun cümleleri ile Muhammed Hamidullah’ı küçültmüş oluyordu. Ayağa kalktım, dedim ki: “Ben üstadın Muhammed Hamidullah hakkındaki kanaatlerini biliyorum. Onu bana söylemenize gerek yok. Ben sizin kanaatinizi sordum, siz ne düşünüyorsunuz?” Tabi ortam gerildi. Çünkü bir kişi kalkacak... Hâlbuki o anda da diğer öğrenciler ben MTTB başkanı olarak sohbete gelmişim, seviniyorlar. Birden ortalık gerildi. Ben de çok sert ve net söyleyince hoca şaşırdı. Çok şaşırdı. Kem-küm etti. Ben sizin fikrinizi soruyorum dedikten sonra kem-küm etti. “Ben alacağımı aldım” dedim. “Buradaki insanlar da anlasınlar diye söylüyorum, siz bana üstad Necip Fazıl’ın cümleleri ile cevap vererek hem üstadı yerin dibine batırmak istediniz, hem de Muhammed Hamidullah’ı. Oysa bunların ikisi de değerli insanlar. Ben Necip Fazıl’ı da beğeniyorum. Ama onun Muhammed Hamidullah hoca hakkındaki düşüncelerini benimsemiyorum. Muhammed Hamidullah’ı da beğeniyorum.”dedim. Arkadaşlara da kalkın gidiyoruz dedim. Burada ikiyüzlülük var dedim. Çünkü sohbete de gitmişti.
Her ortamda farklı davranan bir lider olunca, her ortamda farklı davranan bir taban oluşmaya başlıyor. Bu ilerliyor tabi. İlerledikçe, işte subaylığa girmek için anlatmaya gerek yok, Türkiye’de konuşuluyor, artık her şeyi yapmaya başlıyorlar. Gidip katillik yapıyor. İnsan öldürüyor, suçsuz insanı. Söylendiğine göre. Oturup üç nefeste su içiyor. Orada su içerken başka bir adam, gidip o suçsuz insanı öldürürken başka bir adam bu. Türlü türlü karakterler artık bunlar.
Kur’an-ı Kerîm’de, âyeti kerîme’de Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Onlar sizinle karşılaştıkları zaman biz sizinleyiz derler. Şeytanları ile baş başa kaldıkları zaman ise biz onlarla alay ediyoruz, biz sizinleyiz derler” (2-Bakara / 14) Bu münafıklara ait bir sıfattır.
Bu darbe ve işgal kalkışması pek çok şeye bakışı değiştirdi. Cemaat ve cemiyetler de bundan nasibini aldı. İslâmî çalışma yürüten cemaat, vakıf ve dernekler bundan sonra ne gibi görevler üstlenmeli, neler yapmalıdır?
İslâmî hizmetin maksadı, ilâhî dinlerin inşâ etmeyi arzuladığı insanı yetiştirmektir. Bundan başka amacı yoktur. Bir defa bunu bütün İslâmî cemaatler bunu hazmetmeliler. İlâhî vahyin inşa etmek istediği insanı yetiştirmektir. Cemaatlerin, cemiyetlerin, derneklerin, vakıfların maksadı budur. Başka bir maksadı yoktur. Bunu inşa etmeleri için de iki şeyi iyi bilmeleri lazım: Birisi, vahyi ve onun pratiği olan sünneti iyi bilmeleri lazım. İki, insanı iyi tanımaları lazım. İnsanı iyi tanımak için toplumu tanımak lazım. Maalesef derneklerimizin, vakıflarımızın, cemaatlerimizin bir kısmı toplumdan kopuk yaşıyorlar. O zaman insanı tanıyamıyorlar. Sadece vahyi tanımak yetmez, insanı da tanımak gerekir.
O zaman benim birinci tavsiyem bu toplumdan kopmamalarıdır. İçinde yaşadıkları toplumla iletişim içerisinde olmaları lazım. Ve bu toplumun fertlerini de küçük görmemelidirler. Kendilerini daha üstte, “biz üreticileriz, onlar bir şey bilmiyor” şeklinde düşünürlerse, zaten toplumu tanımadıkları için böyle düşünmüş olurlar. Ben öteden beri bir iddia seslendiririm. Genel olarak Türkiye’deki ortalama cami cemaati, benim görüşüme göre cemaatlerin, cemiyetlerin, derneklerin önündedir. Belki amel olarak, belki fikir olarak, birikim olarak onun gerisindedir ama irfan olarak, hissetmek, kavramak olarak, samimiyet olarak cemaatlerin önündedir. O bakımdan hiçbir zaman için bu ortalama cemaati küçük gören bakışlardan hoşlanmamışımdır.
Şu camiye giden, belli bir yaşa gelmiş... Çünkü Türkiye’deki camileri bu ortalama Müslüman yaptırmıştır. Cemaatler, cemiyetler, dernekler yaptırmamıştır. Bütün camileri. İmam-Hatipleri bunlar yaptırmıştır. Kur’an kurslarını bunlar yaptırmıştır. Genel olarak dernekler, cemaatler, vakıflar, cemaatler, istisnalar olabilir, ortalama bir yere bağlı olmayan, avam zannedilen halk yaptırmıştır. O bakımdan onları tanımayanlar onları geride olarak düşünürler. Bunlar her dönemde, bu ortalama halk her dönemde elinden gelenin en iyisini samimiyetle yapmıştır. Her dönemde ama. Nitekim bu darbede de onu görüyoruz. Burada da elinden gelenin en iyisini yapmıştır. Canını vermekse canını da vermiştir.
Bu darbe ve işgal girişiminden sonra İslâmî iddialı bütün kuruluşlar istisnasız birbirlerine biraz daha yaklaşmalılar. Aralarındaki ufak tefek fikrî ayrılıkların, görüş ayrılıklarının İslam kardeşliğinin önüne geçemeyeceğini bir daha hatırlamaları lazım. Mümkünse böyle bazı temel olaylarda, kritik olaylarda daha geniş katılımlı büyük platformlar oluşturmaları gerekiyor. Bütün İslâmî iddialı çalışmalar için ben bunu söyleyebilirim. Aralarındaki İslam kardeşliğinin her şeyin önünde olduğunu bir defa daha hatırlamaları gerekiyor. Bunu bir perde daha açalım. Bütün İslâmî kuruluşlar, Türkiye’nin sınırları içinde olduğu gibi Türkiye sınırları dışındaki İslâmî çalışmalara da bugüne kadar olduğundan biraz daha fazla ilgi ve alaka duymalı, onlarla da birbirlerine yaklaşmanın yollarını aramalılar. Karşılıklı ziyaretler yapılmalı. Diyelim Mısır’da, Filistin’de, Pakistan’da, Malezya’da, Endonezya’da, Hindistan’da, Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve benzeri. Eğer tanımıyorsak gidip araştırıp oradaki İslâmî çalışmaları bulmalıyız. Ben bütün İslâmî çalışmaların kendi gönül coğrafyamız denilen bölgeler, gözlerini oraya da dikmelerini, orayla ilgili çalışmalar da yapmalarını tavsiye ediyorum.
Günümüz İslam ümmetinin birbirlerinin derdi ile dertlenmesi gerektiği bir döneme girdik. Böyle olursak bu kuşatmayı kırabiliriz. Çünkü dünyada haritaların değişmek istendiği, Müslümanlara yardın edenlerin boğulmak istendiği bir döneme girdik. Bütün Müslümanlar saflarını sıklaştırılmalı.
Bu darbe ve işgal girişimi gerisinde halkın darbeye göstermiş olduğu destansı bir direniş var. Bütün bir ülke olarak herkesi umutlandırdı bu hareket. Özellikle yarınlar adına siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben önce Rabbime şükrediyorum. Türkiye 20. yüzyılın başından itibaren İslâmî hassasiyetlerini hızlı bir şekilde kaybetmeye başlayan bir ülke oldu. İslâmî eğitim terkedildi. Devlet bizzat İslâmî gelişmelerin önüne geçmek için elinden geleni yaptı. Âlimler azaldı, yanlış İslam anlayışları bilinçli olarak öne sürüldü, devlet tarafından desteklendi. Ama bütün bunlara rağmen ülkemiz insanı o derinlerden getirdiği irfanı ve hikmeti kaybetmediğini bir kez daha göstermiş oldu. Onun için Rabbimize şükrediyoruz. Bu Allah Teâlâ’nın bu topraklara bir lütfu. Kritik zaman geldiğinde, kritik amelde bulunmak Anadolu insanlarının ruhunda var. En önemli zamanda en önemli görevi yerine getirmek ve bunun için de gözünü budaktan sakınmamak. Bir kez daha anlamış olduk ki bu ortalama halk cemaatlerin önünde. Bu darbede de bunu anlamış olduk. Çünkü ağırlıklı olarak onlar sokaktaydı. Çok elit kesimler, çok okmuş yazmış kesimler üzülmekle beraber onların göstermiş oldukları fedakârlığı gösteremedi. Ama istisnaları var o elit kesimlerden de tabi ki.
Ben Türkiye’deki bu ahalinin okumuş kesimlere öğreteceği çok şeyler olduğuna inanıyorum. Nitekim başı açık bir hanım bile “vatan için bir bacak çok az bir şey, feda olsun” gibi cümleler söylüyor. O gece, şehitlerin büyük bir çoğunluğunun evlerine hakkını helal et diyerek çıktıklarını öğrenmiş olduk. Büyük çoğunluk böyle çıkmış. Ve o şehitlerin fotoğraflarına baktığım zaman gerçekten yüzlerinde farklı bir şey gördüm. Allah seçti onları. Bir kısmı keskin nişancı ile vuruldu. Bir tanesini söyleyeyim size. Üsküdar’da Halil Kantarcı, Üsküdar’daki şehitlerden. Oğlu benim torunumla sınıf arkadaşı. Taziyeye gittiklerinde eşi şu cümleyi söylüyor: “Zaten hep şehit olmak için yaşıyordu.” O keskin nişancı tarafından vurulmuş. Ben şuna inanıyorum, bu bir nasip.
Rahmetli Cahit Ağabey’in bir sözü vardı. Bir anekdot anlattı Afganistan’dan bize. Kendisi Afganistan’a gitmişti, Cahit Zarifoğlu. Afganistan’a gittiği zaman bir çocuğu sevmek ister, Afganlı çocuğu. Çocuğun başını okşayınca “sen ne güzel bir çocuksun” der. Çocuk ne cevap verir biliyor musunuz: “Bizin en güzellerimiz şehit oldu.” Ben şahsen böyle inanıyorum, en güzellerimiz şehit oldu. Onlar hep seçme insanlardı. Gerçekten seçme insanlardı. Allah onu seçiyor, kendine alıyor. Bizi de seçebilir, tabi biz layık olursak. Onun için ben o şehitlerin hayat hikâyesine herkesin dikkat etmesini istiyorum. Hepsinin arkasında çok büyük hikâyeler var. Hanım, kadın, erkek... Tankların arasında parçalanan kadınlar var biliyor musunuz? Bir iman olmasa onu yapamaz. Öyle sıradan bir şey değil. Nitekim Batılılar yapamazlar bunu. Belki biz de halkımızın bunu yapabileceğine birçoğumuz inanmıyordu.
Bu halkın bir şeye ihtiyacı var. Bu elitlere, okumuş yazmışlara bir şeyler öğretecek ama okumuş yazmışlar da onlara bir şey öğretecek. İşte cemaatler de onlara sahih İslâmî bilgileri öğretmek için şimdiye kadar onlara göstermiş oldukları şefkatten daha fazla şefkat göstererek eğilecekler. Halkımızın değerinin yüksek olduğunu anlaması lazım bütün cemaatlerin. Eksiği olur, hepimizin eksiği var. Ama onlar değerli insanlar.
Darbe ve işgal girişimi gecesinde, ertesi günlerde İslam coğrafyaları da bizim gibi ayaktaydı. Hiç böyle bir olaya tanıklık etmiş değiliz son yıllarda. Müslüman halkların bu duyarlılığı sizin dünyanızda neler ifade ediyor?
Ben buna da tabi “Allah’a hamdolsun” derim. Binlerce, milyonlarca şükürler olsun. İslam ümmeti uzun bir esaret, yarı esaret veya kültürel esaret döneminden sonra tek bir millet olduğunu, tek bir ümmet olduğunu düne göre bugün daha iyi anlıyor. Onun için de kendisine yönelen tuzakların daha güzel farkına varıyor. Ve Türkiye’deki bu girişimin ne manaya geldiğini, nasıl Türkiye’deki ortalama insan, ortalama Müslüman, cami cemaati daha iyi anlamışsa, onun için de fedakârlığa koşmuşsa; İslam ümmetinin başka coğrafyalarında yaşayan insanlar da bunun ne manaya geldiğini anlamışlardır. Anladıkları için de ayağa kalktılar. Sabahlara kadar dua ettiler. Ağladılar, korktular, ürktüler. Hangisi ile konuşsanız bunu söylüyor.
Çünkü Türkiye şu anda İslam ümmetinin hamisi. Ve ben bu darbe girişiminin başarıya ulaşmamasının en büyük sebeplerinden birisi olarak da Allah’ın bu hamiliğe karşı koruması olarak da görüyorum. Bu üç milyon Suriyeliye kucak açmak, o kadar garip, zavallı, mazlum Afrikalıya kucak açmak, Filistinliye kucak açmak, Allah Teâlâ bundan razı olmuştur. Razı olduğu için de bu ülkeye yönelen hareketlerin başarısızlığa uğraması için Allah Teâlâ’nın özel bir yardımı olduğuna da inanıyorum. O gecede Allah Teâlâ’nın özel bir yardımı da var. Hep kritik şeyler olmuştur baktığımız zaman. Cenâb-ı Hak yardım etmiştir ümmete. Zaten o yardım etmese sadece biz insan olarak bir şey yapamayız. Hem halkın kalbine büyük bir cesaret vermiştir. Allah’tan geliyor o cesaret. Nitekim bazı insanlar “o anda hiçbir şeyden korkmadım” diyorlar. Ama sonradan “şu anda olsa korkarım” diyor.
Bu Kur’an-ı Kerim ile teyid edilmiş bir duygudur. Allah Teâla diyor ki: “Sizin kalbinize sekinet verdi.” Destek verdi, güç verdi. Allah Teâlâ bazen melekleriyle yardım eder. Geçmişte, tarihte olmuştur. Ben Çanakkale’de de bunların yaşandığına inanıyorum. Çanakkale’deki zafer de normal beşerî planda kazanılabilecek bir zafer değildi. Çünkü karşı tarafın teknolojik gücü çok yüksekti. Çanakkale şehitlerinin o kadar gücü yoktu, imanla savaştılar. Onun için Akif şiirinde onları çok övüyor. Ben bu darbe girişiminde şehit olanları hiç ayırt etmiyorum. İslam tarihinin diğer şehitlerinden ayırt etmiyorum, asla. Biz kalpleri bilemeyiz tabi. Ama ben onların Allah için, din için, namus için, vatan için şehit olduklarına inanıyorum. Zaten gerçek şehitlik de budur. Hiçbir menfaatleri yoktu o insanların. Evlerinde oturabilirlerdi. Ama dışarı çıktılar. Atmış yaşında insanlar var, seksek yaşında insanlar var. Kadınlar var, çocuklar var ondört-onbeş yaşında. Faslılar var. Üsküdar’da Suriyeliler ilk çıkanlarmış. Bu ümmet işte. Ümmet demek bu demek zaten. Çıkmışlar. Benim bir tanıdığım, “biz gittik, tankların yanında duruyorduk, Suriyeliler bize tankların üstüne üstüne atlayın dediler, biz de atladık” diyor. Ümmet işte böyle bir şey. Onlar anladılar.
Allah bu ümmetin birliğini artırsın, beraberliğini artırsın, düşmanların da gücünü kırsın inşallah.
15 Temmuz darbe ve işgal girişimi gösterdi ki bize içeride çeteleşme olmuş, devlet içinde ve ülkemiz belli bir ölçüde ele geçirilmeye çalışılmış. Ve bunun son noktası 15 Temmuz gecesinde bu ayyuka çıktı. Ve bunun arkasında da biz anlıyoruz ki dış güçler var, dış mihraklar var, üst akıl var, başka devletler var. Ve bu süreçten sonra ülkede ciddi bir temizlik yapıldı. Askeriyede, emniyette, devlet kademelerinde. Hatta ticari sivil topluk kuruluşlarında bile. Bu bağlamda baktığımız zaman devletin attığı birçok önemli adım var 15 Temmuz’dan sonra. Bunların önemlilerinden bir tanesi de Suriye topraklarına girerek Fırat-Kalkan operasyonu yapması. Bu Fırat-Kalkan operasyonuna birçok farklı bakış açısı var. Farklı yönleri var, bize ve dünyaya sunduğu. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gecikmiş bir operasyon, daha önce yapılması gerekiyordu. Ama daha önce yapmaya yöneticiler fırsat bulamadılar. Muhtemelen bu Temmuz ayında düşünülmüştü. Bir önceki de planladığı söyleniyor. Yani mecburiyetlerden geciktirilmek zorunda kalmış bir operasyon. Bu öyle önemli bir operasyon ki Suriye’de söz sahibi olmak ve Suriye’de yeni devletçikler kurmak isteyen bütün dış güçlerin oyununu şimdilik bozmuş gözüküyor. Şimdilik.
Çünkü öyle bir anda yapıldı ki hem Türkiye bir darbeden çıkmış. Beklemiyorlardı böyle bir şey. Çünkü orduda çok büyük bir temizlik harekâtı yapıldı. Hala da içinde var mı korkuları bir süre yaşandı. Fakat demek ki bizim çok seçkin güçlerimiz de var. Bunlar girdiler ve hiç kimsenin beklemediği bir hızda ilerlediler. Dünya belli etmiyor, söylemiyor ama şaşkınlar. Çünkü bildiğim kadarıyla ellibeş ülkenin bir araya gelmesiyle oluşmuş uluslararası bir koalisyon var, Daişle mücadelede. Onbinlerce sorti yapıldı Daiş’in mevzilerine, hedeflerine. İşte bir ayda iki ayda Münbiç’i ancak alıyorlar. Münbiç Cerablus’tan daha müstahkem bir yer değil. Durmadan bombalıyorlar, oradan PYD ilerliyor. İki ayda aldılar. Irak’ta alamıyorlar. Ama Türkiye oniki saatte aldı Cerablus’u. Ve ilerliyor ama nereye kadar ilerleyecek onu bilemiyorum.
Şimdi bu hareketin şöyle bir önemi var. Bunu bizim iyi düşünmemiz lazım. Ben başından beri Suriye’deki ve Irak’taki karmaşanın, suni olarak oluşturulan bu bölünmüşlüğün bu iç savaşın asıl hedefinin Türkiye olduğunu söylemişimdir. Arkadaşlarımızın bir kısmına bu mübalağa gelmiştir. 2012’deki konuşmalarımda bunu söyledim. Hedef Türkiye’dir. Niçin Türkiye’dir? Türkiye’nin hızlı bir şekilde ayağa kalktığını ve dünyanın başka yerlerindeki Müslümanlarla da ilgilendiğini görmüştür dünya sistemi. Gördüğü için Türkiye’yi kuşatma hareketi başlatılmıştır. Bu kuşatma hareketinin en önemli ayaklarından biri Mısır’daki darbe bunun için yapılmıştır. Çünkü Türkiye Mısır’la yaklaşma ihtimali belirmişti o zaman. Eğer o seçilmiş olan iktidara darbe yapılmamış olsaydı Mısır’da, Türkiye ile Mısır dayanışma içerisine girecekti. Türkiye ile Mısırın dayanışma içerisine girmesi demek Ortadoğu’nun tamamen uluslararası gücün güdümünden çıkması demektir. O ayağı kestiler oradan. Fakat baktılar ki Türkiye yine durmuyor. Rahat etmiyor, yine bir yerlerle ilgileniyor. Yine dış ataklarını yapıyor. Bu sefer Türkiye’nin güneyine bir terör koridoru yaparak Türkiye’yi kıskaca almak istediler. Çünkü bizim kuzeyimiz zaten kapalı.
Dikkat ederseniz kuzeyimizde ne var? Ermenistan var. İran var. Rekabet halinde olduğumuz bir ülke ama İran’ın ötesi zaten çok yok. Biz Pakistan’a kapalıyız, Afganistan’a kapalıyız, Hindistan’a kapalıyız bu taraftan. Onun için Ermenistan’ı dünya güçleri o kadar destekliyorlar. Biraz Azerbaycan’dan kırmaya çalışıyoruz ama öbür taraftan da Rusya bastırıyor. Azerbaycan Rusya ile Türkiye arasında sıkışıyor şu anda. Ne yapacağını şaşırıyor. Şimdi bu tarafı da kıskaca alacaklardı. Plan şuydu, benim öngörüm şöyle: Burada PYD ile bir terör koridoru oluştursalardı, Afşinle Cerablus’u birleştirselerdi, bizim bütün sınırımız PYD’nin eline geçmiş olacaktı. Aslında PYD diye bir şey yok. PYD demek, uluslararası güçlerin kontrol ettiği bir sınır demektir. PYD’ye böyle bakmak lazım. Terör örgütü diye bile bakmamak lazım. Tamam terör örgütü ama, birilerinin askeri olacaktı onlar, başka bir şey yapmayacaklardı. İkinci adım şuydu: Daiş İsrail’e saldıracak. Yalandan bir saldırı yapacaktı. Daiş bir proje ama şu anda ona girmeyelim. İsrail’e saldıracaktı. Bu ne demek? İsrail bölgeye girecekti. Bizim güneyimizde uluslararası gücün desteğinde bir terör kuşağı, onun arkasında hemen İsrail’in himayesinde bir bölge. Çünkü İsrail’i bölgeye çekmek demek, İsrail’in Fırat-Dicle hayalleri var biliyorsunuz. İsrail sıkıştı. Bir dönem o hayallerini gerçekleştirdi, şimdi gerçekleştiremiyor. Ve başka türlü de giremezdi. Ancak Daiş ona saldırırsa.
Daiş’in bulunduğu topraklar nereler biliyor musunuz? İşte Rakka... Münbiç’i aldılar. Oradan Fırat’a iniyordu İsrail. Daiş bir maymuncuk. Kim nereye gitmek istiyorsa onu kullanıyor. İsrail de onu kullanacaktı. Hem bir terör koridoru hem de arkasında İsrail, Türkiye bu kadarını kaldıramazdı, nefes alamazdı artık. Bu operasyon inşallah terör koridorunu bozmuştur. En azından bir bölümünü bozmuştur. Seksen kilometrelik iki yer birleşememiştir şu anda. Afşin’le Fırat’ın doğusu birleşememiştir. Dolayısıyla İsrail’in de bölgeye gelme... İsrail açıklama yaptı. Türkiye’nin operasyonuna iyi bakmıyor. Çünkü İsrail istiyordu ki kendisine bir saldırı gelsin. Saldırı gelirse gidecekti. Çünkü İsrail’i durduracak hiçbir güç kalmadı oralarda. Daiş’in işi var daha. Onun için yok etmiyorlar. Ama Türkiye öyle bir şey yapıyor ki, yok ederek gidiyor. Ya kaçıyorlar ya ölüyorlar.
Bu uluslararası gücün de işine gelmiyor. İyi deseler de tam işlerine gelmiyor. Peki, nasıl oldu böyle. Türkiye Rusya ile yakınlaştı. Rusya da Türkiye’nin ilânihaye dostu olmaz. Ancak Rusya da şunu gördü, uluslararası sistem sırayla ülkeleri böle böle geliyor. Türkiye’yi bölmesine az kalmıştı. Çok az kaldı. Bu darbe olsaydı Türkiye bölünürdü. Kesin bölünürdü. Çünkü çok silahlı güç var. PYD’si var, PKK’sı var, Fetö’sü var değil mi? O zaman hepsi birleşeceklerdi. Bölüm bölüm ayrılacaktı Türkiye. Sıra Rusya’ya geliyordu. Bence Rusya da bunu gördü. Türkiye’nin buradaki varlığına razı oldu. Onun için inşallah Türkiye bu Fırat Kalkanı harekâtında başarılı olur. Tabi Münbiç’e kadar gidecek mi onu bilmiyorum. İnşallah başarılı olur. Onu da bir ümmet meselesi olarak görüyorum. Şu anda mecbur kaldılar sesleri çıkmıyor. Fakat hepsi rahatsız. Rusya hariç. Rusya da nereye kadar yapacak onu da bilmiyorum.
Eğer bu bölgenin kaderini, uluslararası güç dediğimiz Batı’lıların ve Amerikalı’ların belirlemesindense Türkiye gibi, İran gibi, hatta Suud gibi, hatta Rusya gibi, Rusya bu bölgenin devletidir, onlar kadar uzak değiller, bunların belirlemesi daha hayırlıdır. Çünkü onların planları çok farklı. Herkesi bölmek istiyorlar. Kendilerine direnecek bir gücü... Çünkü şu anda uluslararası güç zayıflıyor farkındaysanız. On yıldır zayıflıyor. Amerika on yıldır güç kaybediyor. Bunu toparlaması lazım. Toparlaması için de herkesi bölmesi lazım. Şu anda proje bu. İnşallah başarıya ulaşırlar. Normalde Türkiye imkânı varsa, gücü yeterse... Tabi kabul etmeliyiz ki Türkiye orta boy bir ülke. Her istediğini yapamaz. İmkânı ve gücü varsa ben dilerim ki Türkiye Münbiç’i de alsın. Amerika ile de savaşsın orada, ben bunu dilerim. Amerikan bayrağı asıldı oralara. Amerika buna itiraz etmiyor. Orayı alsın ve ikinci olarak da Fırat’ın doğusuna bir hareket yapsın. Ama bu kadarına Türkiye’nin imkânı ve gücü yeter mi bilmiyorum. Rabbim yardım etsin.
Böyle bir hedef var gibi sanki?
Bu kadarına yetecek mi bilmiyorum. Onun için dedim Türkiye her istediğini yapamaz. Hayat memat olduğu zaman yapıyor. Türkiye’nin şöyle bir haklılığı da var, bu bölgede Kürt nüfus zaten yok. Onlar sûnî olarak PYD’ye veriyorlar. Fakat Fırat’ın doğusundaki bölgelerin bir kısmı doğal Kürt nüfusun olduğu yerler. O doğal Kürtleri atmış, kendisi bir terör kuşağı oluşturuyor. Fakat doğal olarak Kürtlerin yaşadığı bölgeler. Onun için oraya yaptığı zaman başka rahatsızlıklar doğabilir. Yapmasını dilerim ayrı.
Son bir soru daha sormama müsaade ederseniz, 15 Temmuz darbe-işgal girişimi sonrasında dış mihraklar, Türkiye’deki olaylar başarılı olamadılar elhamdülillah. Ama dış devletlerin bundan vazgeçmiş olduğunu düşünmüyoruz. Türkiye’nin bu darbe-işgal girişimini atlatmış olması veya atlattı diyebilir miyiz? Atlattı diyebiliyorsak önümüzdeki süreçte Türkiye’nin önü açık mıdır? Ne gibi tehditler ya da ne gibi olumlu şeyler bizi bekliyor?
Darbe anlamında büyük tehlike geçmiştir. Fakat dediğiniz gibi Türkiye’yi başka noktalardan sıkıştırmaktan asla vazgeçecek değillerdir. Bunu yapmayacaklardır. Ama Türkiye de bu kadar büyük badireler atlattıktan sonra bunların istediklerine evet diyecek değildir. Büyüklerini atlattı benim kanaatime göre. Şu anda Türkiye’nin önündeki en önemli mesele Suriye meselesidir. Ve PKK terörü meselesidir. Çok yoğun bir şekilde PKK ile mücadeleye başlandı şimdi. Ama arkasındaki destek çok güçlü. Ona da PKK terör örgütü olarak bakmamak lazım. Üç örgüt için söyleyeyim, öbür küçükleri için de öyledir ama Fetö denilen terör örgütü, PKK-YPG denilen terör örgütü, Daiş denilen terör örgütü, DHKP-C, MNK filan küçükleri saymıyorum, onlar da dâhil olmak üzere, terör örgütlerinin tamamı uluslararası şirk güçlerinin, vahy karşıtı güçlerin, İslam karşıtı uluslararası güçlerin distribütörüdür. Distribütör ne demek? Bayisidir onların. Bayi ne yapar? Toprak dağıtıyor. Daiş toprak dağıtıyor farkındaysanız. Geliyor Kobaniye saldırıyor. Daiş saldırana kadar iyi kötü normal insanların yaşadığı, sadece PKK, PYD’ye terör örgütünden ibaret olmayan Kürtlerin de, az bir şey Arapların da yaşadığı bir bölgeydi. Daiş geldi, orayı almaya çalıştı. Ondan sona bütün dünya PYD’ye yardım etti. PYD Daiş’i söktü orada. Hem de kendisine muhalif olan bütün güçleri söktü. Daiş bir nevi ona vermiş oldu o toprakları. Ondan sonra ya rejime veriyor, Esed’e ya PYD’ye veriyor. İleride de İsrail’e verecekti. Toprak dağıtım distribütörlüğü yapıyor onlar adına. PKK da bu. PKK’nın şimdi bizim güneydoğumuzdaki, doğumuzdaki çabasının adı, PKK oralarda bir sorun çıkaracak, ondan sonra uluslararası güç nereden istiyorsa oradan sınır çizecek. Diyecek ki burası böyle. Biraz Türkiye’den çizecek, biraz İran’dan çizecek, biraz Irak’tan çizecek, PKK’nın işi bitecek. Sonra da PKK’yı yok edecekler, sonunu da söyleyeyim. Bunlar geçici dönemde kiralık distribütör, toprak bayiliği yapıyorlar. Toprağı kime vermek istiyorlarsa bu maşaları kullanıyorlar. Şimdi de bizim bu tarafımızda Çukurca, Hakkâri bu bölgelerde sınırlardan sızma var. Türkiye bunu önleyemiyor. Bunu önleyebilirse, bunu atlatabilirse inşallah Türkiye’nin önü açık gibi gözüküyor.
Tabi ki bu dünya imtihan dünyasıdır. Bize açık gibi görünen şeyler bazen sıkıntılı geçer. Bazen sıkıntılı gibi görünen şeyler, Allah Teâlâ yardım eder, önü açılır. Biz sadece maddi planda öngörülerimizi söylüyoruz. Her sıkıntıdan sonra kolaylık gelir, her kolaylıktan sonra sıkıntı gelir. Bunlar da imtihandır. Büyük darbe tehlikesi geçmiştir ama henüz Türkiye bütün tehlikelerden kurtulmuş değildir. Bütün Müslümanların kendi yönetimine destek vermesi lazım. Dua etmesi lazım.
Allah razı olsun hocam.
Röportaj: Hakan Dalmış / Cengiz Yıldırımlı
(*) Bu yazı Medeniyet Düşünce ve Kültür Bülteni'nin 37. sayısında yayınlanmıştır.