“Muhakkak ki insanlar için kurulan ilk mabet, Mekke’deki çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet kaynağı olan Kâbe’dir. Onda apaçık deliller, İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren güvene erer. Oraya gitmeye bir yol bulabilenlerin Beyt’i haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Kim inkâr ederse şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir.” (Âl-i İmrân Sûresi, 96-97)
Allah’a ibadet maksadıyla kurulan ilk ev, ilk mabet Kâbe’dir. Kâbe’nin esas kuruluşu Mescid-i Aksa’dan çok daha öncelere dayanır. Kâbe, bütün Ehl-i Kitab’ın bugüne kadar tanıya geldiği mabetlerin hepsinden çok daha kadim ve kıdemli, çok daha kutlu ve yücedir.
Yukarıdaki âyetler, Kâbe’yi haccetmenin farz olduğunu bildiriyor. Hac tıpkı namaz, oruç, zekât gibi, cihad gibi, Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Oraya gitmeye yol bulabilenlerin ömürlerinde en az bir defa Beytullah’ı ziyaret ederek haccın menâsiklerini yerine getirmeleri gerekir.
Kâbe’yi ziyaret ve kurban, İbrahimî bir gelenektir. Müslümanlar o günden beri bu kadim geleneğe çok büyük önem vermişlerdir. Ömürlerinde bir kez olsun o kutsal beldelere gidip Beytullah’a yüz sürmek, örtüsüne yapışıp hâlini Hakk’a arz etmek ve İbrahim Halîlullah’ın duası olan Muhammed Habîbullah’ın mübarek ayaklarını bastığı kızgın çöl kumlarında onun izini sürebilmek için yanıp tutuşmuşlardır. Bazen Ammar olup inlemişler, Bilâl olup ağlamışlar, Habbab olup dağlanmışlardır…
Oraya gitmeye güç yetiremeyen kimileri, Beytullah’ı rüyalarında temaşa eylemenin o eşsiz lezzetini bir kez daha tadabilmek, o eşsiz kokusunu bir kez daha duyabilmek için geceleri gündüzlere bağlamışlar, yazları kışlara ulamışlar; gözyaşları içinde sabahlara kadar Beytullah’ın sahibine yalvarıp yakarmışlardır.
Kimileri, derin aşk ve muhabbetlerini kendisine açacak bir hakikî dost bulamayınca Kâbe’nin biricik sahibine arz etmişler hâllerini, rükû ve secde makamında, uykulu gözler, yorgun bacaklar ve karıncalanmış eller ile dua ederek derman aramışlar dertlerine.
Kimileri, tek bir kez dahi görebilmek için takatlerini zorlayacak nice zahmetlere, nice fedakârlıklara katlanmışlar.
Kimileri bir kez daha, bir kez daha görebilmek için ikinci, üçüncü, dördüncü bir zaman ve fırsat kollamışlar kendilerine.
Kimileri de bir daha geri dönmemecesine mallarını mülklerini satıp, makam-mevkii bırakıp çoluk çocuk düşmüşler tozlu Kâbe yollarına, katar katar, kervan kervan…
Develer katar katarlar
Kum deryasına batarlar
Şeytanı taşa tutarlar
Ne güzel Mekke illeri
Iraktır Kâbe yolları
“Ey Kâbe, sen bizim ebedî rehberimiz, aziz önderimizsin; kalplerimizin mahbubu, gönüllerimizin sultanısın; çünkü sen Habibullah’sın, çünkü sen Beytullah’sın.” demişler;
Bu aşk ile önce Âdem olmuşlar, sonra Hâbil, önce İbrahim olmuşlar, sonra İsmail…
Sıddîk olmuşlar, Fâruk olmuşlar,
Ali olmuşlar, Osman olmuşlar,
Ebu Zer olmuşlar, Üveys olmuşlar,
Yusuf olmuşlar, Yunus olmuşlar,
Avnî olmuşlar, Adlî olmuşlar, Harimî olmuşlar, Selimî olmuşlar, Muhibbî olmuşlar,
Cem olmuşlar, sultan olmuşlar ve sonunda hepsi de Cânan’a kurban olmuşlar…
Cânımı cânan istemiş, minnet cânıma,
Can nedir ki vermiyem cânânıma.
Fuzûlî, “Can nedir ki cananıma vermeyeyim!” derken Yunus da Yunusleyin “Canını câna kurban vermekten asla geri durmam.” diyerek gönlü, Sübhan’a sığınmaya çağırır:
Yûnus miskin kalmaz câna verir cânını kurbâna
Gelsen sığınsan Sübhan'a doğru yola gitsen gönül
Bu yolda kurban olanlar ölü değildir, onlar ilâhî aşk gölünde yüzüp dururlar:
Ey Tanrı'yı bir bilenler can Hakk'a kurban kılanlar
Ölü değildir bu canlar aşk gölünde yüze durur
Kurban, tereddütsüz teslimiyettir, canı, canlar cananı için bağışlamaktır.
Kurban, İsmail olana sabır ve teslimiyet, İbrahim olana azim ve sadakattir.
Kurban, âyette buyrulduğu üzere namazı, ibadetleri, hayatı ve ölümü bütünüyle âlemlerin Rabbi olan Allah’a has kılmaktır.
Kurban sembolik bir ibadettir. Hiç şüphesiz senede bir kesilen canların eti ve kanı Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşan ise sadece kulun takvasıdır. Kurbandan maksat, âlemlerin Rabbi’ne sadakat ve samimiyeti şeksiz, şüphesiz, tereddütsüz ispat etmektir.
Rabbe sadakat ve samimiyetin en büyük ispatı olan bu kurban, bu yüce tercih, bu asil duruş ve davranış sadece senede bir değil, Fuzûlî’nin de aşağıdaki mısralarda çok nefis bir şekilde dile getirdiği gibi her gün, her saat İsmaillerden, ciğerparelerden, sevilen şeylerden, yârdan, anadan, serden, makamdan, mevkiden fedakârlık yaparak yerine getirilmelidir.
Yılda bir kurban keserler halk-ı âlem ıyd içün
Ben senin sâat be sâat dem be dem kurbânınam
Her an ve her saat Hak yolunda kurban olmak… Nefsi kurban etmek, İsmailleri kurban etmek, ikbali kurban etmek, benlikten arınmak… Nefes başına bin defa kurban olurcasına Karîb olana yakınlaşmak…
Hac, niyet…
Hac, yöneliş...
Allah’a ve O’nun gösterdiği hedeflere kutlu bir yürüyüş…
Yıllardır özlem duyulan mukaddes mekânlara varış, maddî ve manevî kirlerden arınış…
Hz. Âdem’den itibaren kutlu peygamberlerin, Hz. İbrahim’in hatırasını benlikte yaşama. İlâhî vahyin beşiğini, Hz. Peygamber’in tebliğini ve Tevhîd mücadelesini yakından tanıma, tarihle bütünleşme, sayıları milyarları bulan İslâm dünyasından bu topraklara davet edilen çok özel bir insan olmanın hazzını ve sorumluluğunu omuzlarda hissetme…
Hac, ümmet olmanın şuuruna erebilmektir.
Hac, rengiyle, diliyle, teniyle, ülkesiyle, ülküsüyle cem olmaktır, bir olmak, birlik, dirlik olmaktır.
Hac, lebbeyk nidalarıyla koşup ilahî emre amade olabilmek; canını, malını ve her şeyini kurbiyyet makamı için kurban edebilmektir.
Hac, Allah’ın boyasıyla boyanmaktır.
Hac, ümmetçe, muvahhid olup Tevhid’i yüceltmek ve diriltmektir.
Hac, adamak ve adanmaktır.
Hac, kendini ve en sevdiğini Kâbe’nin yegâne Rabbi’ne fedâ edebilmektir.
Yeryüzü, tarih boyunca hac yollarında, Kâbe için, Kâbe’nin Rabbi için nice kurbanlar gördü ve daha nicelerini görecek…
Nice sultanlara, nice şairlere, nice sanatkârlara şahit oldu ve daha nicelerine şahit olacak…
Hac ve Beytullah aşkı, İbrahim ve İsmail aşkı, kurban aşkı, Hacer ve Hacerü’l-Esved aşkı kıyamete kadar artarak devam edecek…
Kâbe var oldukça İbrahim’ler ve Hacer’ler de var olacaktır…
İbrahim’ler var oldukça İsmail’ler de hiç tükenmeyecektir…
Edebiyatımızda Hacca Dair Unsurlar
Kâbe, örtü, koku, kurban, Hacerü’l-Esved hepsi birer remizdir. İslâm tarihinde olsun, edebiyat, kültür ve sanat hayatında olsun onlara duyulan aşklar, yazılan şiirler, şair Gubârî’nin de ifade ettiği gibi aslında tek bir maksada, tek bir zâta, “zât-ı pâk”e, tek bir makama, “makâm-ı ilâhî”ye matuftur:
Zât-ı pâkindir heman maksûdumuz
Pes heman sensin bizim mâbûdumuz
Arap, Fars, Türk edebiyatı gibi İslâm’ın etkisinde gelişen edebiyatlarda Kâbe, hac ve kurbanın ayrı bir yeri vardır. Divan ve halk edebiyatında birçok şair şiirlerinde Kâbe, kurban, hac, tavaf, sa’y, telbiye, ihram… gibi hac ibadetine ait kelimeleri, motifleri bolca kullanmışlar ve bu sahada zengin bir edebî miras meydana getirmişlerdir.
Türk edebiyatındaki hac ibadeti ve Kâbe ile ilgili yazılan Hacnâmeler, genellikle hac yolu üzerindeki konaklama yerlerini ele alanlardan (menâzil-i hac), hacla ilgili farz, vacip, sünnet, mendup, mekruh, haram gibi terimlerle gruplandırılan kurallardan (menâsik-i hac), Kâbe’nin yapılışından tarih boyunca geçirdiği tadilattan bahsedenlerden (Kâbenâme) ve Harameyn’i ziyaret edenlerin hâtırâtından oluşur.
Hacnâmeler manzum, mensur ya da manzum-mensur karışık olarak kaleme alınmışlardır. Bunlar, hac seyahati esnasında yazılabildiği gibi, hacca hiç gidilmeden, derin bir aşk ve muhabbet besledikleri kutsal topraklara ait öğrendikleri bilgilerle de yazılabilir. Nitekim birçok şair, hacca hiç gitmediği halde hac ibadeti ve mekânlarını şiirinin ana teması olarak kurgular; bazen aşk, bazen ayrılık, bazen de hasret duygularını hac ve unsurlarıyla özdeşleştirerek ifade eder.
Bunların dışında, birçok divan şairi hac ibadetiyle ilgili tâbirleri şiirlerinde sıklıkla kullanmışlardır. Divan şiirinde örf, âdet, gelenek, kültür, din ve inanç esasları, dinî hassasiyetler ve sosyal hayata dair hususlar çok büyük öneme sahiptir. Şairler, telmih, teşbih, teşhis, iktibas ve hüsn-i talil gibi çeşitli edebî sanatlarla dinî ve kültürel öğeleri ince bir duyarlılık halinde divan şiiri estetiği içerisinde sanatkârane bir üslûpla dile getirmişlerdir.
Divan şairleri hacca gidememiş olsalar bile şiirlerinde hacdan, kurbandan, İsmail’den, ihramdan, tavaftan, Kâbe ve örtüsünden, örtünün renginden ve kumaşından, Mîzâb (Altınoluk)’dan Mescid-i Haram’dan, Makâm-ı İbrahim’den, Hacer’den, Hacerü’l-Esved’den, Arafat’tan, vakfeden, Safâ ve Merve’den, sa’ydan, Lebbeyk’ten bahsederek âdeta onlarla bütünleşmiş, özdeş olmuşlardır.
Divan edebiyatı şairleri sevgilinin mahallesini, Kâbe’nin bulunduğu kutsal topraklara, evinin eşiğini Kâbe’nin eşiğine, yüzünü Kâbe’ye, kaşlarını mihraba/kıbleye, zülüflerini ve yüzündeki tüyleri Kâbe örtüsüne, yanağındaki beni Hacerü’l-Esved’e benzetirler ve bir hacc-ı vuslatla Hacerü’l-Esved’e yüzünü gözünü sürmek isterler. Bu arzu ile gözlerinden Zemzem akıtırlar, canlarını kurban ederler.
Gözlerinden zemzem hükmünde gözyaşları akıtan bu gönüllü kurbanlar, erbablar arasında en büyük aşk sahibinin kendilerinin olduğunu söylerler.
Aşk ateşiyle yanıp tutuşan şair Nedim, erbâb-ı aşk içinde hac yoluna düşen kervanların önünde yanan bir meşâle olduğunu söylerken bu hakikati ifade etmeye çalışır:
Hac yollarında meşâle-i kârbân gibi
Erbâb-ı aşk içinde nümâyansın ey gönül
İslâm Peygamberi Sevgili Efendimiz (s.a.v.) de “Onu bana kolaylaştır!" buyurmuşlardır. Efendimiz (s.a.v.)’in özellikle hac için yapmış olduğu bu dua oldukça anlamlıdır. Gidenler bilirler, hac meşakkatli bir ibadettir. Mahşeri andırır. Kızgın güneş altında mahşerî kalabalıklar arasında onca zahmete katlanmak herkesin kaldırabileceği bir durum değildir. Şeytan ve nefis insanla daha çok uğraşır. Her ân çetin bir imtihana dönüşür. Bu nedenle büyük bir azim, sabır ve fedakârlık gerekir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir hadis-i şeriflerinde mealen, cennetin diken ve zorluklarla, cehennemin ise gönle hoş gelen kolaylıklarla çevrili olduğunu söyler. Kâbe’ye vâsıl olmak çok zordur. Ona çıkan bütün yollar zorluklarla doludur. Hele geçmiş günlerin şartları düşünüldüğünde, haftaları, ayları bulan atlarla, develerle yapılan yolculuklar göz önüne alındığında hac seyahatlerinin ne kadar zor ve zahmetli bir ibadet olduğu daha iyi anlaşılır.
Şair bu zorlukları bilir. Çünkü bizzat tecrübe etmiştir. Zorlukları bildiği için de diken kelimesini özellikle kullanır. Kâbe yollarının canı acıtıcı dikenlerle dolu olduğunu söyler. Ancak gerçek bir mümin onları diken olarak değil de bir çiçek bir gül bir yasemin gibi algılar. Çünkü dikenlerin bir adım sonrası vuslattır. Vuslata giden yolda dikenlere aldırış edilmez. “Yeter ki sen razı ol da…” tevekkül ve muhabbetiyle tuttuğu dikenler güle, atıldığı nârlar nûra gark olur.
Âşık da sevgilisinin semtindeki dikenleri böyle görür. Bu düşünceden hareketle Cem Sultan da sevgilinin semtindeki dikenleri yasemine benzetir:
Hâra saymaz Ka’be-i kuyun mugaylânın gönül
Kim gül-i terdir ana ol yâsemendir yâsemen
Kâbe’nin örtüsü ve kokusu, sevgilinin örtüsü ve kokusu gibidir. Şairin Kâbe’ye olan özlem ve sevgisi o denli büyüktür ki kefeninin bile Kâbe’nin örtüsünden olmasını temennâ eder. Böylece ölünce bile uğruna canını verdiği Kâbe’den ve onun misk kokusundan, gül rayihasından ayrılmamış olacaktır:
Can virüpdür zülf-i müşgînün hevası ile
Perde-i Beytü’l-Mutahhar’dan kılun ana kefen
Cem Sultan, diğer Osmanlı sultan şairlerinden farklı olarak bizzat kutsal topraklara gidererek haccetmiş, Kâbe’ye ayak basmış, örtüsüne yüz sürmüş, Hacerü’l-Esved’i öpüp koklamış bir şairdir. Bu yüzdendir ki mısraları çok içten ve etkileyicidir. Hacdan aldığı derin manevî hazzı şöyle dile getirir:
Sultanlık olmaz ise dervişlik de hoştur
Gör nice taht idindi taht ile tâcı Edhem
Olsan şehen-şeh-i Rûm olmazdı hac nasîbin
Bin şükrk’oldı rûzî bu devlet-i muazzez
Cem Sultan, Osmanlı hanedanının en renkli ve en talihsiz şahsiyetlerinden biri kabul edilir. Sultan olmadığı halde şair sultanlar arasında sayılır. Pek çok divan şairi gibi Cem Sultan da âşık ve rind yapılı birisidir. Kâinatın eşsiz nizam, âhenk ve hikmetine hayrandır, fakat bir o kadar da ateşli bir hırsa sahiptir. Öyleki, ağabeyi Sultan II. Bayezid’le amansız bir taht kavgasına tutuşur, dünya devleti emeline ulaşmak için türlü yollara başvurur, imparatorluk coğrafyasını ve Frenk bölgelerini diyar diyar dolaşır. Hayatının esaret altında geçmesiyle ilgili olarak feleğe şöyle sitem eder:
Küffâra esîr itdi beni çarh-ı bed-endîş
Ol dem kanı kim mesken idi Ka’be-i ulyâ
Osmanlı sultanlarından hiçbirisi hacca gitmemişken, Cem Sultan Mısır’da bulunduğu sırada eşi ve annesi ile birlikte Kahire’den Hicaz’a geçerek hac farizasını yerine getirmiştir. Onun hacca gidişine dair en meşhur söylemi, taht mücadelesine giriştiği ağabeyine gönderdiği sitem dolu şu mısralardır:
Sen pister-i gülde yatasın şevk ile handân
Ben hecr ile bâliş idinem hârı sebeb ne
Bu saltanat-ı dünyâ ola adle mukârîn
Haccü’l-Haremeyn anı taleb kılsa aceb ne
II. Bayezid de buna karşılık ona şu cevabı göndermiştir:
Çün rûz-ı ezel kısmet olunmuş bize devlet
Takdîre rızâ vermeyesin buna sebeb ne
Haccü’l-Haremeyn oldugına râzı olaydın
Bu saltanat-ı dünyevîye bunca taleb ne
Şair, aşağıdaki beyitte Hacerü’l-Esved’i yârin yanağındaki bene benzeterek onu her dem öpme arzusundadır:
Kâbe yüzünde benünçün Hacerü’l-Esved imiş
Yaraşur her nefes ol hâl-i siyeh-kârı öpem
Kâbe, kıblenin kendisidir. Bu yüzdendir ki Mescid-i Haram içerisinde Kâbe’ye bakan her yön kıbledir. Dolayısıyla orada kıble için yön tayinine gerek yoktur. Buna bağlı olarak sevgilisinin yüzünü Kâbe’ye, kaşını da mihraba benzeten şair, Kâbe olan sevgilisinin yüzünde de kıbleye yani kaşa gerek olmadığını söyler:
Ebrû-yı siyâh olmasa yüzünde kayurmaz
Zîrâ sanemâ Ka’be’ye mihrâb ne hâcet
Ka’be yüzinden budur kaşın tırâş itdügi yâr
Kıbledür her kûşesi mihrâb ana hâcet degül
Muhibbî’ye göre sevgilinin mahallesine dört koldan akın eden âşıkların temennâlarına, arz-ı ihtiramlarına bakıp onları kınamamak gerekir, çünkü sevgilinin mekânı Kâbe gibidir, dolayısıyla dört bir tarafı da mihraptır:
Secde etse kûyunda her yâneden âşıkları
Tanlaman çü Kâ‘be’dür dört kûşesi mihrâbdur
Cem Sultan, sevgilisi için gözyaşı döker. Yanağından süzülen yaşları Kâbe’nin Altınoluk (Mizâb)’undan akan yağmur sularına benzetir. Bu benzetmeyle şair, sevgilinin aşkıyla ve hasretiyle yüzünün sararıp solduğunu da sezdirmeye çalışır:
Çün yaşlarum yüzümden akar âsitânına
Bârî yüzüm o Kâbe’de zernâvdan idüm
Tavaf, ait olduğu yeri bilme, itaat, bağlılık ve sadakatte kararlı olduğunu göstermedir. Dönerek var olma, ilahî rahmeti aramadır. Kalbi doğru istikamete sabitleme çabasıdır. Tavaf, güneşin etrafında büyük bir âhenk ve insicam üzere yörüngesinde ilerleyen seyyareler gibi, zerreden kürreye bütün mevcûdâtta görülen muhteşem armoniye eşlik etmektir. Bir ayağı sabit, ötekisi bütün arzı dolaşan pergel gibi kâinatı dolaşmaktır.
Tavaf, Kâbe’nin etrafında dönülerek yapılır ve haccın gereklerinden de biridir. Sevgilisinin evinin etrafında dolaşmayı Kâbe’yi tavaf etmeyle eş tutan Cem Sultan bu durumun âşık açısından önemini şu şekilde dile getirmektedir:
Irağa salma kapundan beni ki Merve hakı
Tavâf-ı Ka’be-i kuyun safâyımış ey dost
Safa ve Merve Allah’ın nişânelerinden bir nişânedir. Sa'y günahlardan kaçıştır. Kısmet arama ve Allah'a koşmadır. Mizândır; dünya-âhiret dengesini kurmadır. Sa’y nesli korumak, İsmailleri korumak ve kurtarmak için Hacer misali canhıraş koşmadır o tepeden bu tepeye, o diyardan bu diyara. Sa’y, imanın ümide, ümidin imkâna dönüştüğü hâldir. Allah varsa trajedi yoktur, ümitsizlik yoktur. Sa’y bunun sembolü, Safa-Merve de bunun nişânesidir.
Safâ ve Merve Kâbe’nin hemen yanında bulunan iki tepedir. Bu iki tepe arasında yedi defa gidilip gelinerek yapılır. Yolun bir yerinde hervele denilen hafif bir koşu yapılır. Şair haccın menâsiklerine vâkıftır. Bu unsurları genellikle şiirinde birlikte kullanmış, sevgilisinin mahallesinde dolaşmayı sa’y yapmaya benzetirken bunun âşık için ne kadar büyük bir mutluluk olduğunu da dile getirmiştir:
Gam Merve’sinde sa’y idüben hacc-ı vaslı çün
Hüccâc-ı ‘ışka virilen ehl-i safâhakı
Merve hakı sa’y-i Ka’be-i kûyun
Cân hâcısına safâdur ey dost
Zemzem suyu ferahlık verici bir ilaç gibidir. Ondan içen suçlu kullara şifa verir, günahlarından arınmalarını sağlar. Zemzem, imanın ve ümidin imkâna dönüştüğüne şahit olmaktır. Zemzem, yanık gönüllerin yaptığı samimi duaların kabulüdür. Susuzluktan yanan yüreklerin ve çatlayan dudakların suya kanmasıdır. Zemzem, aradığına kavuşmak, yitiğini bulmaktır.
Şair sevgilisi uğruna gözünden akıttığı yaşları zemzem suyuna benzetmektedir:
Dil urdugı çün yüzümüz ol havz-ı safâdan
Şimdi yiridür dökse gözüm Zemzem-i Bathâ
Çün olmadum harem-i kûy-ı dil-bere mahrem
Gözüm bu narı akıtsa aceb degül zemzem
İhram, bütün dünyevî farklılıkları ortadan kaldıran bir giysidir. Kefendir ve herkesi eşitler. Renksiz, desensiz, dikişsiz, beyaz ve temiz. Ölmeden evvel nefsi öldürme/terbiye etme çabası. İnsanın fıtratına, saf, temiz, arı duru haline dönmesi.
Şair Cem Sultan, onu beyaz ve dikişsiz olma özelliğinden dolayı kefene benzetir. Ayrıca hacıların giydiği bu ihramın altında başka bir elbise bulunmayışı da âşığın hâl ve tavrına uymaktadır. Zira âşık da sevgilisinin uğruna dünyaya ait her şeyden vazgeçmiştir.
Hacc-ı vasliçün şehîd olanların
Câme-i hûnînleri ihrâmdur
Giymesin devlet kabâsın hırka-i ‘ışkun giyen
Çünki ihrâm üzre giymez mahrem olanlar libâs
Kurban Bayramı’nı içine alan günlerde gerçekleşen hac ibadeti sırasında kesilen kurban yerine ise Cem Sultan sevgilisine kendi canını sunar:
Îd ayı diyü Ka’be-i kûyunda dil-i Cem
Yâ kaşlaruna cânını kurbân ider iy dost
Bir Şiirin Hikâyesi
Hac seyahati, Kâbe sevdası ve Harameyn’e hürmet denildiğinde akla ilk gelen şairlerden birisi de Urfalı Nâbî’dir. Onun hacca giderken yazmış olduğu aşağıdaki beyitler yakın zamana kadar Mescid-i Nebî’nin mihrap duvarında celî sülüs hattıyla yazılı idi.
Sakın terki edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâ'dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ’dır bu
"Burası; Allah Sevgilisi'nin beldesi, Hazret-i Peygamber'in Cenâb-ı Hakk'ın nazar buyurduğu Temiz Bahçe’sidir; edep hatası işlemekten sakın!"
Felekte mâh-ı nev Bâbu's-selâm'ın sîne-çâkıdır
Bunun kandili cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bu
"Bu gökteki yeni ay, Selâm Kapısı'nın yüreği yanık aşığıdır; öyleki, göklerdeki Cevza Yıldızı bile ışığını, onun kandilinin nurundan almaktadır."
Habîb-i Kibriyâ'nın hâbgâhıdır fazîlette
Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ'dır bu
"Bu Allah'ın Yüce Sevgilisi'nin mübarek İstirahatgâhı'nın fazileti öyle yüksektir ki, Cenâb-ı Hakk'ın izni ve rızasıyla arşına çıkartılmıştır."
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i âdem zâil
Âmâdan açtı mevcûdât çeşmin tûtiyâdır bu
"İnsanlık karanlıktan, bu toprağın ışığı sayesinde kurtuldu. Çünkü o, mevcudatın gözlerine şifa veren bir sürmedir; o nur sayesinde görmeyen gözler bile açılır."
Murââd-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-i kudsiyândır bûsegâh-ı enbiyâdır bu
"Nâbî, kimin huzuruna çıktığını bir düşün ve bu dergâha; edep şartlarına eksiksiz riayet ederek gir! Zira burası meleklerin bile çok büyük bir edep ve saygıyla tavaf ettikleri ve Peygamberlerin öpercesine tecelli ettikleri bir yerdir."
Şiirin kaleme alınma serüveni de çok hoştur. İlmî bir değer olarak değil, ama ders verici bir hikâye olarak telâkki edildiğinde okuyana doyumsuz bir zevk verir:
IV. Mehmet Dönemi (17.yy) şairlerinden olan Urfalı Nâbî, hikmetli sözleriyle ve Harameyn’e duyduğu derin sevgi ve hürmetle meşhur olmuş çok önemli bir divan şairidir. Oğluna, Kâbe’yi tavaf etmesini, maksatsız yapılan yolculukların ind-i ilâhîde kabul olunmayacağını, bu sebeple ihlâslı ve şuurlu bir şekilde hacca gitmesini, Harameyn’e hürmet ve ta’zimde asla kusur göstermemesini, dönüşte ise kalb-i selimle dönmesini öğütlemiştir.
Nâbî, bir gün hacca gitmek üzere yola çıkar. Yanında devlet erkânından çok önemli simalar vardır. Medine-i Münevvere’ye yaklaştıkları gece, Efendimiz (s.a.v.)’in huzuruna varma aşkıyla Nâbî’nin gözlerine uyku girmez. Daima dua, zikir ve şükür halindedir. Bir devlet adamının, ayaklarını uzatarak yattığını görünce bunu Kâbe’ye ve Nebîler Serveri’ne saygısızlık olarak telâkkî eder. Onu hemen uyandırır ve edebe davet eder. O ânın ilhamıyla yukarıdaki “Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hüdâ'dır bu” diye başlayan mısraları söyler.
Sabah ezanının okunma vaktidir, Medine-i Münevvere'ye girdiklerinde minarelerden Türkçe bir şiir okunmaktadır. Nâbî, dehşete düşer, çünkü okunan kendi şiiridir. Hemen müezzine koşar ve bu şiiri nereden öğrendiğini sorar. Müezzin ise şöyle cevap verir: “Bu gece rüyamda Efendimiz (s.a.v.)'i gördüm, bana ‘Ümmetimden Nâbî adında bir şairin, benim hakkımda yazdığı bu şiiri oku!’ dedi. Ben de aynen okudum.” Duydukları karşısında şaşkına dönen Nâbî sevincinden düşüp bayılır…