Her insan belli bir zaman ve mekânın içine doğar. Bir mekânda büyür, alışkanlıklarını, davranışlarını, duygu ve düşüncelerini bu mekânda kazanır. Mekânın insana sunduğu tabii ve beşerî şartlar, insanın kendi kendisini inşâ ederken kullandığı malzemelerdir. Söz gelimi kutuplarda dünyaya gelmiş birisi, ekvator kuşağında giyilen bir giysiyi giyinmediğinden o giysiye karşı zevk de geliştiremez.
O giysinin hangi usullerle dikildiği, hangi kumaştan dikildiğinde güzel duracağı vb meseleler onun zihnini belki de hiçbir zaman meşgul etmez. Yine aynı şekilde mesela bir çölün ortasında çadırını içerisini serin tutacak biçimde tasarlamaya çalışan bedevi, yağmur ormanlarının ortasındaki bir köyde, bu yağmura karşı alınan tedbirlerin hiçbirisini düşünmez. Bunlarla söylemeye çalıştığımız, mekânın tabii şartlarının insanın günlük yaşayışını etkiliyor olduğudur.
Sözünü ettiğimiz bu etki, onun sadece yaşayışı ile sınırlı kalmaz; bilgisi, tecrübesi, becerileri ve bunların birikimi olarak edindiği bilgeliği de etkiler. Denizciler “denizde iki elin kanda olsa yardım isteyene yardım edeceksin” derler mesela. Mekânın tabii etkilerinin getirdiği tabii ahlâktır bu. Her mekânın kendisine özgü tabii bir ahlâkı ve dolayısıyla tabii bir davranış biçimi vardır.
***
İnsana dair her şey, oluşturulduğu tabii ortamda anlamlıdır. O ortamdan çıkıp başka bir ortama girdiğinde anlamını büyük oranda yitirmesi kuvvetle muhtemeldir. Herhangi bir sebep ile doğup yetiştiği, eğitimini terbiye ve becerilerini kazandığı ortamını bırakıp başka bir ortam içine giren kimse, girdiği ortamın “sonra gelen”idir. Ve her “sonra gelen”in şaşkınlıktan bir nasibi olur. Böyle bir kişinin girdiği ortam, bıraktığı ortamdan ne kadar farklıysa şaşkınlığı ve bocalaması da o kadar fazlalaşır.
Giyim-kuşam, hal-davranış, maruzatın ifadesi, ihtiyacın temini ve daha sayılabilecek pek çok şeyde eski ortamının bilgilerinden daha fazla bilgi ve beceriye ihtiyaç hisseder. Şayet bilgi yetersizse o zaman iç dünyasında dışarıya sunabileceği tek şey duyguları kalır. Fakat bu da çoğu zaman ihtiyaçlarını karşılamaya yetmez. Zira duyguların nasıl ifade edileceği de nihayetinde öğrenilen bir şeydir. Her mekânın kendi insanına öğrettiği üslup ve biçimler birbirinden farklılık arz edebilir. Yeni ortamda duygularını ifade ediş biçimi de eski alışkanlıkları kadar tuhaf karşılanabilir.
Böyle bir manzara karşısında insan kendisini, bir cümlenin içerisinden çekilip çıkarılarak başka bir cümlenin içine konulmuş kelime gibi yalnız ve anlamsız hisseder. Bu sebeple çoğu zaman ani ve beklenmeyen değişiklikler insanda kendi anlamını ve varoluşunu sorgulama ihtiyacı doğurur. Kendi anlamını arayan diğer bir deyişle ait olduğu yeri/mekânı arayan kişi kaygılıdır. Problemlerin çözümünü bulamadığında daha fazla panikler. Bilgi ve becerilerinin işe yaramadığını görür ve bu sebeple hem korkar, hem üzülür. Her ikisini yaşayan kişi duygusallaşır, alınganlaşır, çocuksulaşır. Bir çocuk gibi her şeyin hemen olmasını ister. Yeni mekânında işlerin usullerini tam bilemediğinden ve yetenekleri bu usuller karşısında yetersiz kaldığından, çoğunlukla kestirmelere başvurmak ister. Kendisini koruyacak, kendisine arka çıkacak birini arar. Bu kişiden diğerlerine yapılmayan iltimasların kendisine yapılmasını bekler. Bulamadığında yeni mekânındaki her şeye herkese kendisini kapatır.
***
Medeniyetler inşâ ettiğimiz çağlardan, hiçbir bakımdan kendimizin inşâ etmediği modern çağlara giriş yapmış bir ümmet olarak, her birimiz azıyla çoğuyla yukarıdaki psikolojiden nasipdarız. İnşa edilen ve giderek yayılan şehirler bizim şehir tasavvurumuzu ifade etmiyor. Giydiğimiz kıyafetlerin çoğunu biz tasarlamadık. Kullandığımız araç gereçlerin, teknolojiye dair elimize tutuşturulanların mucidi biz değiliz. Çoğu icadın kullanıcısı değiliz. Belki kullanabileni dahi değiliz. Okullarda çocuklarımıza verilen eğitim ve bu eğitim çerçevesinde “doğru” diye önümüze konulanlar değer hükümlerimizin süzgecinden geçmiyor.
Çağın imar edicilerinin ahlâk ve görgü anlayışları, dillerindeki kavramlar, tesis ettikleri düzen pek çok bakımdan bize yabancı duruyor. Ya da biz onlara yabancıyız. Hâl böyle olunca yüzyıllarca ait olduğumuz mekânda bir nevi göçmenleşiyoruz. Bu, mekânsal bir yolculuk ile gelen değil, bizi “biz” yapan her türlü müessesenin başkalaşması ile gelen bir göçmenlik hâli... Eski değerlerimize sahip çıkmaya ve onlara bağlı kalmaya çalıştıkça yeni kurumlara yabancılığımız artıyor. Öte yandan bu kurumların işleyişini öğrenmeye, bu kurumlara adapte olmaya çalıştıkça değerlerimizden koptuğumuz hissine kapılabiliyoruz.
Birçok cihetten Müslümanca yaşamayı oldukça zorlaştıran bir zemin üstünde ayakta kalmak birbirine yakınlaşmayı kol kola girmeyi gerektiriyor bize göre. Bir göçmenin göç ettiği mekânda yitip gitmemek için hemşerileri ile bir araya gelmesi gibi cemaatleşiyoruz. Kapılarımız bize ait olmayan dünyaya kapalı... Bu kapalı kapılar ardında bir zamanlar güçlü olduğumuz günleri yâd ediyoruz. Bu kapılar ardında güçlüyüz, dünyaya meydan okuyabiliyoruz; hakikatte dünyanın artık nasıl bir yer olduğunu tam kavrayamadan...
Hakikatteki dünyanın, askerî, siyasî, bilimsel gücünün haberleri bize ulaştığında rahatlıkla burun kıvırabiliyor, küçümseyebiliyoruz. Mevcut kurumların “kir”ine bulaşmak istemediğimizden, gücümüzü bu kurumlar vesilesi ile artırmak gibi gayretlerin içine girmekte büyük tereddütler yaşıyoruz. Çoğu zaman bu tereddütlerimiz vazgeçiş ile noktalanıyor. Vazgeçmeyen ve yeni kurumların sistemine dahil olanlarımızın çoğu ise “sonradan görmeleşen” bir göçmene dönüşüveriyor. Belki de bu sebeple “yenileşme”yi “özünden sapmak” olarak algılamaya alıştık.
Kabuğumuzu kırıp dışarı açılmak, göç etmek zorunda kaldığımız bu yeni çağın insanları ile aynı mekânları paylaşmak, birlikte kimi etkinliklere katılmak, karşılıklı görüş alış-verişinde bulunmak ürkütücü bir durum olmaktan çıkabilmiş değil daha. “Onlar gibi olursak” endişesini üzerimizden atabilmiş de değiliz. Bu endişeye kaynaklık eden “kendine güvenememe” psikolojisini aşamadık çünkü. Göç ettiğimiz yeni mekânı tanıma ve bu mekânın bizi biz olmaktan çıkaracak dinamiklerini bilme konusundaki yetersiz ve çoğu zaman isteksiz faaliyetlerimiz aşamadığımız bu psikolojiye kaynaklık ediyor. Ve belki de en önemlisi kendimizi yeterince tanıyamıyor olmak, bizi biz yapanın ne olduğunu ve biz olmaktan neyin çıkaracağını anlayabilmemizin önünde en büyük engel olarak duruyor.
***
Mütefekkirler “Medeniyetler inşâ etmek bedevilere göre değildir” derler. Bir göçmen psikolojisi ve refleksleri ile de bir medeniyetin inşâ edilebilmesi imkân haricidir. Göçmende bulunan psikoloji önceki çevresinin oluşturduğu bir “ben”e dayanır. Kendisini saran yeni çevre ya da yeni mekânsa, başka bir “ben”i zorlar. Bu zorlayış neticesinde kişi ya kabuğuna çekilerek yitip gider ya da sonradan görmeleşir. Her ikisi çevrenin baskısına boyun eğmenin bir getirisidir. Boyun eğen kişi ise medeniyet inşâ edemez. Öyleyse bir göçmen için kabuğuna çekilmek ya da sonradan görmeleşmek arasında üçüncü başka bir yol olmalıdır.
Çağın göçmenleri olan bizlerin de kendi içimize kapanarak ve eskiyi yad ederek silinmek ya da modern çağın her türlü adetini sahiplenmek arasında üçüncü bir yola ihtiyacımız vardır. Çağın bizi zorladığı bu iki yolu yürümek istemiyorsak, üçüncü yolu bulmak ve bu yolu açmak bizim maharetimize kalıyor. Kendimiz kalarak çağın bir ferdi olabilmenin imkânı ve nasıllığı, bizi kaçınılmaz olarak kendimize dönmeye götürüyor.
Her ne kadar göçmenlik psikolojisi yeni olana uyum sağlayamamanın getirdiği bocalama olarak görülebilirse de, yine bu göçmenliğin bir dinamizmi getirdiğini de es geçmemek gerekir. Bu dinamizmi yürünmesi oldukça zor olacağı aşikâr olan bu üçüncü yolu yürüyebilmekte bir direnç veya kalkış noktası olarak değerlendirebilmeliyiz. Geçmişimizle şimdinin mayasında bulunduğu yeni bir “ben” inşâ edip edemediğimiz, yeni bir medeniyet inşâ edip edemeyeceğimiz sorusunun da bir cevabı olacak.