• KARGAŞA DÖNEMİNİN AHVALİ

      Her kavramın kullanım alanı ve kullanım şekli vardır. TDK sözlüğüne göre kargaşa; Kışkırtma ve karışıklık yoluyla toplumda ortaya çıkan düzen bozukluğu, anarşi. Kalabalık, düzensizliğin yol açtığı karışıklık, kaos... Lisan ile dilin aynı anlamda...

DUYURULAR

KİBİRDE BENLİK İDDİASI VARDIR

“Küçücük bir fare kocaman bir devenin yularını tutmuş kurula kurula gidiyordu. Kendi küçüklüğünü görmeden:

- Meğer ben ne müthiş bir pehlivan ne müthiş bir yiğitmişim diye böbürlendi. Gide gide bir nehrin kenarına geldiler. Nehri gören fare, şaşkınlık içinde donup kaldı.
Deve manidar bir şekilde:

- Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden fare! Neden durakladın, neden böyle şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir! Sen benim kılavuzum, öncüm değil misin? Yol ortasında böyle şaşırıp kalmak sana yakışır mı, dedi.
Fare, mahcubiyet içinde kekeleyerek şöyle cevap verdi:
- Arkadaş! Bu pek derin bir su, boğulurum diye korkuyorum.
Deve suyun içine girip:
- Ey kör fare! Su diz boyu, korkmana gerek yok, dedi.
Fare utana sıkıta itirafına devam etti:
- Ey hünerli deve! Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Benimki gibi yüz tane dizi üst üste koysak, ancak senin bir dizin eder.
Bunun üzerine akıllı deve, ona şu nasihatte bulundu:
- Öyleyse, gurur ve kibre aldanıp da terbiyesizlik etmeye kalkma; haddini bil! Müsamahama kanıp şımarma. Çünkü Allah şımaranları sevmez! Var git; sen kendin gibi farelerle boy ölçüş!
İyiden iyiye gerçeği anlayıp utanan fare:
- Tövbe ettim, pişman oldum. Allah için olsun şu öldürücü, boğucu sudan beni geçir, diye yalvardı.
Deve merhamet edip ona acıdı:
- Haydi! Sıçra da hörgücümün üstüne çık! Sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Zira vazifem senin gibi yüz binlerce âcize hizmet etmektir, dedi ve fareyi nehrin öbür tarafına geçirdi”

Hikâye anlaşılmış, kıssadan hisse kapılmıştır lâkin bir kez daha söylemek icap ederse Mevlânâ'nın Mesnevi’sinde geçen bu hikâyede fare; boyundan büyük işlere soyunan ve kendini başkalarından üstün gören kibirli bir kişinin; deve ise sabırlı, kâmil ve mütevazı bir insanın sembolüdür. Fare ve deve birer prototiptir. İnsanlar içinde cirmine ve cürmüne bakmaksızın kibirlenip haddini aşan farelerin sayısı, kendini bilen dolayısıyla Rabb'ini bilen tevazu sahibi develerin sayısından çok daha fazladır.

***

Bir ahlâk terimi olarak tevazu, alçakgönüllü olmak ve böbürlenmekten uzak durmak demektir. Onun zıddı olan kibir ise kendini başkalarından üstün tutmak ve Cenâbn Allah'ın “Mütekebbir" sıfatını kendi üzerinde görmektir.
Kibir, tevazu ile aynı yer ve zamanda bulunmaz, biri varsa diğeri olmaz. Geceyle gündüz, küfürle iman nasıl aynı anda bir arada bulunmazsa kibir ve tevazu da aynı anda bir arada bulunmaz. Birinin varlığı diğerinin yokluğuna delalet eder.

İyi insan ve muttaki Müslüman olabilmek öncelikle tevazu ahlâkına sahip olmayı gerektirir. Tevazu ahlâkına sahip olmayan bir kişi “iyi veya muttaki” diye isimlendirilemez. Çünkü iyi ve takvalı olmanın şartlarını Rabb'imiz yüce kitabında, Rasûllah Efendimiz (s.a.v.) de sünnet-i seniyyesinde beyan etmiştir.

"Onlar yeryüzünde tevazu içinde yürürler." (Furkan Sûresi, 63)

“Allah kendini beğenen ve böbürlenen kimseleri sevmez." (Hadid Sûresi, 23)

“Kibirlenip insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde çalımla yürüme. Çünkü Allah kurulup övünenleri sevmez." (Lukman Sûresi, 18)

"O âhiret yurdunu yeryüzünde kendilerini büyük görmek ve fesat çıkarmak istemeyenlere tahsis ederiz. Son kazanç muttakilerindir." (Kasas Sûresi, 83)

“Allah büyüklük taslayanları sevmez." (Nahl Sûresi, 23)

“Kahrolası insan ne kadar da nankördür! Allah onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (meniden). Onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü de kabre koydu. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecektir." (Abese Sûresi, 17-22)

“Çalım satarak elbisesini sürükleyen kimseye Allah Teâlâ, kıyamet gününde rahmet nazarıyla bakmaz." (Müslim, Libas 9)

Tevazuu, peygamber ahlâkıdır. İlk peygamber Âdem aleyhusselâmdan son peygamber Muhammed aleyhisselâma kadar insanlığa önder, örnek ve eğitimci/mürebbî olarak gönderilmiş hiçbir peygamber yoktur ki kibirden uzak ve mütevazı olmasın. Hepsi de toplumlarının en mütevazı insanları idiler. Hepsi de ümmetlerine kibirden uzak durmayı ve büyüklenmenin ancak Allah’a mahsus olduğunu öğütlemişlerdi. Kur'ân ahlâkıyla eğitilmiş olan Hz. Peygamber (s.a.v.) de insanlara karşı mütevazı olmayı değişmez bir davranış biçimi olarak özenle korumuş ve bunu bizlere de ısrarla tavsiye etmiştir; “Cehennemlikleri size haber vereyim mi? Onlar katı yürekli, malını hayırdan esirgeyen kibirli kimselerdir.”1

Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke'yi fethettiği gün şehre muzaffer bir komutan edasıyla değil benzeri görülmemiş büyük bir tevazuuyla girmiştir. Öyle ki, devenin üzerinde o kadar eğilmişti ki neredeyse sakallan devenin sırtına değecekti.2

Efendimiz (s.a.v.)’in güzide arkadaşlarına hitaben eşsiz tevazuu örneği göstererek ‘"Anam babam sana feda olsun ey...!” demesi, ashabının da buna mukabil büyük bir sevgi ve hürmetle aynı karşılığı vermesi ancak tevazudaki yüksek ahlâk ve derinlikle izah edilebilir.

İmam Mâverdî, bütün kötü ve tehlikeli huyların en başında kibrin geldiğim söyler. “Çünkü kibir, insanlar arasında kin doğurur, toplumsal uyuşmayı ve kaynaşmayı baltalar, dostların gönüllerine nefret sokar.”

İmam Gazzâlî, “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kişi cennete giremez.”3 anlamındaki hadisi hatırlattıktan sonra şu görüşlere yer verir: “Kibir, cennetin bütün kapılarını kapatır; zira kibirli insan kendisi için sevip istediğini öteki Müslümanlar için isteyemez. Kibirde benlik iddiası bulunduğundan böyle birisi alçakgönüllü olamaz. Oysa alçakgönüllülük, takva sahiplerinin başta gelen erdemidir.” 4

“İnsan nefsinin birtakım âfetleri vardır. Kibir, riya, haset, bilinmek ya da takdir edilmek tutkusu, menfaat arzusuyla kâr arayışı gibi... Bu hasletlerin sahibi görünüşte ibadetlerin her türlüsünü yerine getirip faziletlerle süslenmiş olsa da çok aktif bir görüntü sergileyerek hizmette bulunup insanlara faydalı olduğunu zannetse de aslında için için yıkılmaktadır. Zaten bu şekilde nefsi zaaflarından kurtulamamış, ahlâki yönden olgunlaşamamış, ruhsal gelişiminde mesafe kat edememiş insanların yapacağı her hizmet ve hareket de bir süre sonra tıkanacak ve işlemez hale gelecektir.” 5

Hz. Ali Efendimiz (r.a.) oğlu Hasan (r.a.)'a: “Oğlum, sana söyleyeceğim sekiz husus vardır ki, bunları çok iyi muhafaza et!, buyurur. O sekiz husustan birisi de “Vahşetin en büyüğü kibir ve böbürlenmektir.” 6

Kendini beğenme ve kibir, bir nevi hastalık belirtisidir. Bu, ya aşağılık duygusu denilen bir saplantının değişik bir biçimde tezahürü yahut da cehaletin ve aldanmanın bir sonucudur. Bazen insan, elinde bulunan değerlerin her şeyi halledeceğini veya her güçlüğü yeneceğini vehmedebilir. Hâlbuki zaman; gençliği, gücü kuvveti alıp götürür. Makam mevkii, mansıp kişiye zaten emanettir; her an elden gidebilir Ölüm ise insanı bütün her şeyinden ayırır. Ebedî yolculuğa ancak bir kefenle çıkılır. Ne var ki onun da cebi yoktur.

Kibir ve gurur kabalığın, hamlığın, yozluğun, kofluğun ve hayalperestliğin bir tezahürü; tevazu ise insan olmanın, olgunluğun, gerçekçiliğin alametidir. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim de tevazu övülmüş; kibir yerilmiştir. Hatta o kadar ki, şerrin sembolü olan şeytanın sırf kibri sebebiyle Allah'ın rahmetinden kovulduğu, zelil ve hakir duruma düştüğü beyan buyurulmuştur.

Diğer taraftan Kur'ân-ı Kerim de kendilerini büyük görmeleri sebebiyle laf dinlemeyen, halktan yüz çeviren geçmiş ümmetlerin gülünç halleri ve bu hal sebebiyle başlarına gelen felaketler veciz bir ifadeyle anlatılmış, kibirleri cehennemlik olmalarının sebebi olarak gösterilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk muhtelif âyetlerde, “Büyüklük taslayanların yeri cehennem değil midir? (Zümer Sûresi, 60)”, “...Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!” (Zumer Süresi 72. Mümin Sûresi 76, Nahl Sûresi 29). “Siz kendinizi övmeyin, kimin muttaki olduğunu Allah daha iyi bilir.” (Necm Sûresi, 32) buyurmuş ve Müslümanların “ben şöyleyim, ben böyleyim” diye söze başlamalarını, kendilerini övmelerini men etmiştir.

“Allah'ın Rasûlü, herkese durumuna göre muamele eder, çocukların, muhtaçların, kölelerin gönlünü alır, fakır bir Müslüman'ın davetine icabet eder, daima tevazu gösterirdi. Bununla beraber o hiçbir zaman tevazuda ifrata düşmemiş, ölçüyü kaçmamıştır. Bir gün Rasûlullah, ‘Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.’ buyurdu.8 Ashaptan biri, “Ya Rasülullah, insan elbisesinin ayakkabısının güzel olmasını sever.”dedi. Bunun üzerine Rasûlü Ekrem: “Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise, Hakk’ı kabul etmemek ve insanları hor görmektir.” buyurdu.9 Hadis-i şerif bize kibir ve tevazuu çok güzel anlatmakta ve tevazuun; derbederlik, hırpanîlik, şahsiyetsizlik şeklinde anlaşılmasını kat’i bir dille önlemiş bulunmaktadır.” 10

Bir Müslüman'ın, izzet-i nefsini zedeleyecek şekilde kendim küçük düşürmesi tevazuu ve İslâm ahlâkıyla bağdaşmaz. Zira Rabbu l-Âlem'in Kur'ân'da Zât-ı Celâlini, Rasûlü'nü ve müminleri aziz saymıştır. (Münafikûn Sûresi, 6) Bu sebeple Müslüman'ın sosyal seviyesine göre onur, izzet ve şerefini koruyacak şekilde davranması gerekir.11 Müslümanların özelikle de Müslüman olmayanlar karşısında haksızlığa. aşırılığa düşmeden ve kibre saplanmadan onurlu davranması Kur'ân’ın kesin bir buyruğudur. (Fetih Sûresi, 29)

Kibir, gurur, böbürlenmek, kendini beğenmek, burnu havalarda gezmek, burnundan kıl aldırmamak gibi kavram grupları ile izzet, onur, şahsiyet, haysiyet, özgüven sahibi olmak, kendine saygısı olmak, kendini ezdirmemek hatta haksızlık karşısında susmamak gibi kavram grupları kendi içlerinde biraz benzerlik taşısalar da asla ayrılık taşımazlar; aksine birbirlerinden bütünüyle farklılıklar arz ederler.12

“... ‘Büyük bir kayıp yaşamadan irfan bulunmaz, kibirden uzaklaşılmaz.’ Daha basit ifadeyle burnumuzun sürtülmesi icap ediyor. ‘Burnu havada olmak’ deyiminin karşılığı da az çok kibirdir. Kendimizden emin olmamız bizi emin biri yapmaz. ‘Kibirli değilim.’ demek de öyledir. Şu veya bu sebepten ‘kibir abidesi’ haline gelenlere soracak olursanız kendilerine olan saygıdan bahsedecekler. Kibrin çıkış noktası da zaten burasıdır. Kendini beğenmek yahut kimseyi beğenmemek, kurumlanmak, böbürlenmek. Bize yakışan kibir değil izzettir. Mizah ile sululuk, hırs ile tutku, gurur ile onur nasıl aynı şeyler değilse izzet ile kibir de aynı şeyler değildir. İnsan için izzette itibar ve şeref vardır, kibirde yoktur. Büyüklük, ululuk, azamet gibi anlamlara gelen kibrin insana yasaklanması ancak ‘haddini bilme’ olarak açıklanabilir. Kibir, iddia sahiplerini sever. İddia, kibri de beraberinde getirir. Büyük konuşmak, çoğu zaman iyi sonuç vermez. Örneğin ‘Kibir kulelerini yıkacağım.’ İddiasıyla ortaya çıkar, sonra da kendini o kulelerin birinde bulur. Genellikle böyledir. Ali el-Havvas'a “ilmin afeti nedir?” diye sormuşlar: “İddia sahibi olmaktır “ cevabını vermiş... Kibir kurdu kalbe girdiği andan itibaren, insan olmanın basit ve ince özellikleri yavaş yavaş kaybolmaya başlar. Kendi adıma, kibirli bir kimsenin vefalı, merhametli ve hakkaniyetti olabileceğine inanmıyorum. Buradan şuraya varabiliriz: Kalbin en birinci düşman stres veya kolesterol değil, kibirdir.” 13

Kibrin başlangıç tarihi insanlığın yaratılış serüvenine kadar gider. Kibir şeytani bir haslet, tevazu ise insani bir haslettir Modern insan kibir derekesiyle benlik iddiasında bulunmaktadır. Gurur, şairin zannettiği gibi14 Kafdağı'nda değil, modem insanın ruhunda yuva yapmış bir derebeyidir. Bu derebeylik, sultasını bazen açıkça gösterir bazen gizler. Gösterse de gizlese de kibrin kendine has ufunetini kelâma ve davranışlara hemen sirayet eder.

Kibir değdiği yerleri çürütür, geçtiği yerleri kurutur. En masum, en safî halleri bile kirletir, bulandırır. Renkten renge, şekilden şekle girer, bazen tevazu kılıfına bürünür, bazen cömertlik, bazen cesaret... Hangi renge, hangi şekle girerse girsin hâkim renk hep kibir olarak durur. Kibirlinin dilinden tevazu sözcükleri lafzen dökülür, ama hakikatte dökülen kibir parçacıklarıdır. Kibir, lâfzı bir hastalık olmaktan ziyade kalbi bir hastalıktır. Tevazu ahlâkı kalplerde kök salmamışsa kibir habis bir ur gibi bütün kalbi ve bedeni sarar. Böyle olunca da hayatin kontrolü kibir hükümdarının eline geçer.

Kibrin, İslâm kimlikli bir Müslüman'da bulunması laik/seküler/modern/çağdaş kimlikli bir insanda bulunmasından çok daha yaralayıcıdır. Çünkü İslâm'ı din/hayat tarzı olarak kabul etmemiş bir insanda tekebbürün olması benimsediği hayat tarzı gereği anlaşılabilir bir durumdur. Hayat tarzı ve inana bakımından onun tercihi bellidir. Tercih ettiği hayat tarzında tevazuu olsa da olur, olmasa da olur. Onun nazarında bu, çok da rahatsız edici bir durum olmayabilir. Fakat hayatının tamamını terbiye edici Rabb'ın tedrisinden geçirmiş ya da geçirmesi gereken bir Müslüman'ın kibirden, değil esintiler, enstantaneler bile taşıması helâkine yeterli bir sebep olabilir.

Kişinin kendini mütevazı görmesi de başka bir kibir göstergesidir. Bir insan kemâlât hususunda kendini ne kadar dolgun ve doygun hissediyorsa o kadar ham ve çiğ demektir. Çünkü manen ve ahlâken kâmil olmanın sınırı yoktur. Kişi ilim öğrendikçe cehaletinin boyutlarını da öğrenmiş olur. Kemâlâtin ilk adımı kendim bilmek, haddini bilmektir. “Kişi kendini bilmek gibi irfan olmaz " denir. Elhak doğrudur, zira kendini bilmenin bir adım sonrası Hakk’ı bilmektir. Hakk’ı bilmek irfandır, tekebbürse tuğyandır. Kemâlâtı kendilerine bağışlayan, kusurları başkalanna yakıştıran müstekreh ahlâklı insanların suare-matme teatrel gösterilen tamamıyla kara mizahtır. “Kendimdeki mükemmelliği mütevazı olmama borçluyum.” ironisi aslında onların paradoksal kimliklerini ortaya koyar.

Böbürlenme, kendim beğenme ve çok defa bir fâikiyet mülâhazası içinde bulunma diyebileceğimiz kibir, kişinin, bir kısım farklı özellikleri varmış gibi davranması, oturuşu-kalkışı, nefes alıp verişi, el-ayak hareketleri ve mimikleriyle hep bir farklılık peşinde bulunması, farklılık soluklanması, üstün bir karakter olduğunu ifade etmeye çalışması gibi tavırlarla bencilliğin (egoizm) dışa vurması sayılan bir çeşit cinnet ve ruhî bir rahatsızlıktır. Bu mütekebbirin hiçbir fikri, hiçbir işi hiçbir tavrı normal değildir. Hareket ve davranışlarında hep çalımlıdır Sürekli fâikiyet mülâhazalarıyla oturur kalkar.

“Kibirli insan hakka kapalı, insanlara kapalı, hikmete kapalı, ilâhî mârifete kapalı; şeytana açık, küfre açık, halk nazarında menfur, riyâ, süm’a, hıkd u haset gibi İblis kaynaklı mesâvi bir bahtsızdır.” Bu tür bahtszlardan şimdiye kadar iflâh olan görülmemiştir. Aksine hayatını kibir ve gurur zeminine bina edenlerin akıbetler hep küfürle noktalanmıştır.

Kalben çürümüş insanlar, düştükleri derekenin farkına varamazlar. Hassaları fitrî ve insanı işlevlerim ifa edemez. İslâmî terminolojileri dillerinden düşürmezler ama hal ve tavırları tamamen kibre uyarlanmıştır. Konuşurken sözlerini değil seslerini yükseltirler. Sözlerini yükseltseler de hilâf-ı hakikat konuşurlar. Başkalarına söz bırakmamacasına etraflı ve derinlikli konuştuklarını vehmederler.

Riyakârane davranıp kelâma, süse, hitabete çok özen gösterirler. Konuşurken bir sığırın ot yerken ağzını eğip bükmesi, dilini dolaştırıp durması gibi dillerim eğip bükerler.15 Hakikate kulak vermezler. Müstağni halleri hiç eksik olmaz üzerlerinden. Kendilerine çok büyük önemler atfedilmesini, fazlaca ilgi gösterilmesini, bol bol iltifatlar yağdırılmasın isterler. Bunun için de seçkin ve ayrıcalıklı bir yere sahip olmak için var güçleriyle mücadele ederler.

Görünme, bilinme, söze-sohbete konu olma, öldüren bir hırs onların en büyük arzusudur Konuşmaların dönüp dolaşıp kendilerine dayanmasını, muhaverelerin onların meziyetleri etrafında şekillenmesini beklerler; bütün bunlar olmayınca da hırçınlaşırlar, çevrelerini vefasızlıkla, kadir-bilmezlikle, aymazlıkla, meselelere vukufıyetsizlikle ve dirayetsizlikle suçlarlar, kibirlerini nefrete, öfkeye çevirir; patlamaya hazır bir gayz küpü hâline gelirler.

Aynı zamanda kıskanç ve hasetçidirler. Paylaşmayı sevmezler. Paylaşırken ve konuşurken tahakküm edici bir üslûp kullanırlar. Ricali, lûtfenli konuşmalannm içinde gizli emr-i vakîler vardır. Dedikleri buyruktur, anında makes bulsun, (adı konulmamış bir) kanun hükmünde algılansın isterler. Sözlerinin üstüne söz söylenmesini, tekliflerinin kabul görmemesini asla içlerine sindiremezler. Ne yapar yaparlar hemen her mülâhazayı mühim ve pek kıymetli saydıkları düşüncelerine bağlarlar.

İlkeli ve dürüst rollerde oynarlar. Ama o rol, üzerlerinde iyice sırıtır da göremezler. Benlik duygulan kabarmıştır. Ben’i çok severler. Böyle hastalar, sürekli “ben” mülâhazalarıyla solurlar, tafralarla köpürüp dururlar. Biz demekten hoşlanmazlar Büyüklüğü, büyüklenmeyi kendi inhisarlarında deruhte etmekten haz duyarlar. Büyük büyük iddialar peşindedirler. Çoğu zaman da iddialarının altında kalırlar ve ezilip küçülürler. Herkesten büyük olmak için herkesten büyük konuşmak çok önemli meziyetleridir

Ortaya attıkları mevzularla gündemlerini başkalarına dayatmaya çalışırlar. İstedikleri bir netice çıkınca nefret verici şımarık bir edaya bürünürler, istemedikleri bir netice çıkınca da surat asarlar. Dönüp dolaşıp sonucu tartışırlar. Bu sebepledir ki tartışmayı ve eleştirmeyi çok severler. Kendileri gibi düşünmeyenleri töhmet altında bırakacak suizanlar beslerler ve bunu cerbezeli konuşmalarıyla hakka/yakîne tahvil edebilmek için denî muhteris bir gayrete tutuşurlar.

Çirkinliklerini ortaya çıkardığı için güzelliklere, karanlıklarını aydınlattığı için aydınlıklara kin beslerler. Deve gibi kindardırlar, asla unutmazlar. Kendi yaptıklarına karşı balık hafızalı, başkalarının yaptıklarına karşı fil hafızalıdırlar. Zamanı geldiğinde hunçlarını mutlaka alırlar. Asla affetmezler, affetmeyi sevmezler. Affedilmeyi bir lütuf değil, kendilerine verilmesi gereken bir hak ve mecburiyet olarak görürler ama onu da başkalarından talep etmezler, çünkü kibirleri istemelerine izin vermez.

Merhamet duyguları diğer bütün duygular gibi dumura uğramıştır.16 Hak, hukuk, adalet, dürüstlük, doğruluk gibi kavramları tribünlere dönük sahnelerde, kendini kabul ettirmek, yandaş/yoldaş kazanmak ve sûret-i haktan görünmek için tertiplenmiş şeytanî, şehevî, sinsi ve muhteris konuşmalarda meze olarak kullanırlar.

Kalbi hastalıklardan dolayı için için yalnızlık çekerler; bu sebepten kaynaklanan bir yalnızlığı da üstünlük telakki ederler. “Büyük insanların hep yalnız olduğu” aforizmasını ihsas ederler punduna getirilmiş konuşmalarında. Aslında az bilindiğini zannettiği ve fakat kendilerinin dahi çok iyi bilmediği kelime ve kavramları dillerine pelesenk ederler. Bilinmedik, duyulmadık, yakası açılmadık konulan gündem ederek entelektüel bir hava estirirler. Aslında bildikleri yanıldıklarına yetmeyecek kadar eçheldirler. Sığdırlar da suyu bulandırıp sığlıklarına sunî derinlik sülieti giydirirler. Entelektüel bilirkişi triplerine girip kifayetsizliklerini bilgi olarak satmaya çalışırlar. Düşündürücüdür ki, kısa vadeli de olsa çoğu zaman müşteri bulurlar kendilerine. Ama ne var ki, hiç sevilmezler. Çünkü sevmezler ve sevmesini bilmezler. Var olan sevgileri de kibrin çirkinliği altında sevimliliğini yitirmiştir.

Gülüşleri müstehzidir. Espri adı altında alay ederler. Dudak büker, burun kıvırırlar. Aynı yanlış kendilerine yapıldığında anında hiddetlenirler. En galiz küfürleri, en fütursuz konuşmaları büyük bir öfkeyle fâş ederler muhatabının yüzüne. Bunu da haksızlık karşısında susmamak ve zor zamanda konuşmak olarak telakki ederler. Yaptıklarını desteklemek için de mutlaka bir iki âyet ve hadisi, bir iki süslü püslü cümleyi mezada koyarlar.

İflah olmaz muhaliftirler. Olur olmadık her şeye itiraz ederler. Geçimsizdirler, sürekli kavga ederler, sataşırlar, didişirler. Uzun süreli arkadaşlıklar kuramazlar. Dostları ise hemen hiç yoktur. Birlikte iş yapabilme ahlâkına sahip değildirler. Ruhsal dünyalarının fıtrî ahengini bozan kibir, fizikî ortamlarının düzen ve insicamına da yansır. Bulunduktan mekânlarda, yaptıktan büyük küçük toplantılarda her an ahengi bozacak korkunç bir potansiyel taşırlar. Hemen her toplantıyı ringe çevirirler.

Ellerinden ve dillerinden sürekli fahşâ ve münker sâdır olur. Nerde ne yapacaklarım tam olarak kestiremezsiniz. Kendilerinden emin olabilmeniz imkân dâhilinde değildir. Hiç güven vermezler insana. Enaniyetlerine dokunulduğunda dilleriyle, jest ve mimikleriyle mutlaka tepki gösterirler. Tekebbürleri onları nice kötülük ve azgınlıklara sürükler. Kulisler yaparak kumpaslar çevirirler. Efendimiz (s.a.v.)’in “Müslüman, elinden ve dilinden emin olunan kimsedir.”17 hadisini kendileri için değil hep başkaları için düşünürler.

İslâm bilginlerine göre kibir bütün kötü huyların en başında gelmektedir.18 Kibre düşen bir insan bütün iyi hasletlerini sıfırlamış olur. Kibir yoluna giren kişi yolun sonuna geldiğinde kendisini küfürle burun buruna gelmiş bulabilir. Kibrin sonu tuğyandır. Tuğyana düşen ateşe düşmüş demektir.

Kibrin hâlleri çoktur, ondan kurtulmanın yolu ise tektir: Kur’ân'a ve Efendimiz' (s.a.v.)'in sünnetine sarılmak! Hedefe götüren en kestirme ve garanti yol budur. Hasarın Basrî’ye isnat edilen şu tespitleri19 Kur’ân ve Peygamber ahlâkının özeti saymak mümkündür: “Müslüman'ın başlıca alametleri şunlardır. Dininde güçlü, kararlı ve yumuşak, imanı sağlam, bilgili ve halim, zeki ve merhametli, hem haklı hem bağışlayıcı, hem zengin hem tutumlu, hasta olduğunda tahammüllü, güçlü ve iyiliksever, arkadaşlık ve dostluğun sıkıntılarına katlanır, zorluklara sabreder, öfkesine mağlup olmaz, gurur ve kibre kapılmaz, ihtiraslarına yenilmez, midesi tarafından şerefsizlik yapmaz, hırsı yüzünden küçülmez, basit hedeflerle yetinmez, mazluma yardım eder, zayıfa acır, cimrilik yapmaz, israf etmez, kendisine kötülük edeni bağışlar, cahili hoş görür, nefsi sıkıntıda olsa da herkes kendisinden yararlanır.”20

-Ey insan! Cenâb-ı Hakk seni topraktan yaratmıştır. Mademki topraktan yaratıldın ateş gibi haris, yakıcı ve inatçı olma. Akıllı, olgun ve mütevazı ol.”21

Büyüklük Allah'a mahsustur. Kula yaraşansa tevazuudur. Kulun Allah’a has bir sıfata talip olması kendini bilmemek ve haddini aşmaktır. Peygamberimiz (s.a.v.), “Yücelik ve ululuğun Allah'ın şanına lâyık sıfatlar olduğunu, bu sıfatların bir tanesinde bile Allah'a ortak olmak isteyenlerin azaba uğratılacağını”22 bildirmiştir.
Müslüman'a yakışan alçakgönüllü olup kulluk sınırları içinde kalmak, hem Allah'ın hem insanların sevgisini kazanmaktır.
Kibirden uzak durup tevazuu şar edinenlere ne mutlu!

İsmail Ekrem


1. Buhari, Kalem Suresi Tefsiri; Müslim, Kitabu’l Cennet, 13

2. İbn-i Hişam; IV, 42.

3. Müsned, IV, 134.

4. İmam Gazzali, İhyay-ı Ulumuddin III, s. 236-309

5.Günay Bayburtlu Kesler, Son Elçi Hz. Muhammed ve O’nun Rehberliğinde Hayat, s.98, Çıra Yayınları, İstanbul, 2010

6. Ekrem Sağıoğlu, İlim Beldesinin Kapısı Hz. Ali, Yasin Yayınevi, s. 331, İstanbul, 2005.

7. http://www.fetva.org/Hutbeler/kibir_tevazu.htm

8. İbn Mace, Mukaddime, 9; Müslim, İman, s. 148-149.

9. Müslim, İman, 39.

10. http://www.fetva.org/Hutbeler/kibir_tevazu.htm

11. Heyet, İlmihal, İslam ve Toplum, II, s. 517-518, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2005

12. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Yayınları, İstanbul.

13. İbrahim Tenekeci, Yeni Şafak Gazetesi, 29 Ağustos 2012

14. Arif Nihat Asya, Dualar ve Aminler, Naat Şiiri, Ötüken Yayınları, İstanbul

15. Ahmed bin Hanbel, Müsned

16. Buhârî, Kalem Sûresi tefsiri; Müslim, Kitabu'l-Cennet, 13

17. Müslim, İman 14; Buhârî, İman 3.

18. Heyet, İlmihal, İslâm ve Toplum, II, s. 501, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2005

19. Gazzalî, İhyâ, III, 166

20. Heyet, İlmihal, İslâm ve Toplum, II, s. 501, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2005

21. http://www.fetva.org/Hutbeler/kibir_tevazu.htm

22. Müslim, Birr, 38

tefsir dersi 2020

whatsapp takip edin

Yazanlarımız