Fıtrat üzere yaşayanlara, insanlığını muhafaza edenlere ve tüm Müslümanlara çağrımdır! - Adaleti koruyunuz. Adalete zulüm bulaştırmayınız. Adil insanların adaletine sahip çıkınız. - Zalimlere meyletmeyiniz. Zulme karşı çıkınız, zalimler içinden...
İnsanlar şuur sahibi olmaya başladıkları andan itibaren hayatlarına belirli inançlar ve arzularla devam ederler. İnsanların sahip olduğu bu inanç ve arzular, kendilerinin gerçekleştirilebilmesine ilişkin bir arayışı da tetikleyecek güce sahiptirler. Böylesi bir arayış şu veya bu şekilde gerçek olması istenen şey için bir “ideal” konumundadır. “İdeallerimiz” veya “olması gerekenlerimiz” çevremizdeki şartlara müdahalede bulunuşumuzun manevi güç birikimidirler.
Bu güç birikimi eylemlerde açığa çıkar ve eylemlerle “ideal” kabul ettiğimize ulaşmayı deneriz. Bu yönüyle her eylem inançlarımızın ya da arzularımızın gerektirdiğine ulaşma veya onları gerçekleştirme denemesidir.
Öte yandan çevremiz muhtelif etkenlerce belli bir biçim kazanmış durumdadır ve bu biçim bizim ona müdahalemize belli bir direniş ile cevap verir. Yürümekte olduğumuz herhangi bir yolu istediğimiz zaman bitiremeyiz mesela. Ya da bir yemeği istediğimiz süre içerisinde yapamayız. Yolu bitirmek yolun bitmesi için gerekli adımları atmamıza bağlıdır. Yemeği pişirmekse gerekli malzemeleri tedarik edip gerekli süre içerisinde tarifin gerektirdiği şeyleri yapmamıza bağlıdır. Tabii şartlar için böyleyken, beşerî şartlar için de böyledir. Hemen para kazanamayız, bir şeyi hemen öğrenemez, bir insanla hemen tanışıp onunla istediğimiz biçimde ilişki kuramayız. Bunu yapmayı denediğimizde karşımızda bulunan kişi veya nesne buna izin vermeyecektir.
Çevremizdeki şartların, bizim onlara “ideal”lerimiz ve “olması gerekenlerimiz” doğrultusundaki müdahalemize direnişleri, bizi onlara karşı belli bir kuvvet uygulama eylemine götürür. Bu bir anlamda hâkimiyet kurma eylemidir.
***
Bu noktada hatırlanması gereken şey, çevremizdeki şartlara müdahalede bulunma ya da hâkimiyet kurma eyleminin ahlâkî boyutudur. Çünkü müdahale ediş şartları eski halden yeni ve başka bir hale getirme anlamına gelir. Bu da şartlar her ne olursa olsun, bir değiştirme eylemidir. Mevcut olanı, kimi “idal”ler ve “olması gerekenler” çerçevesinde değiştirmeye çalışmakta, konusuna göre az veya çok sorgulanacak şeyler bulunur.
Sözgelimi bir domatesi ve yumurtayı alıp ondan menemen yapmakta ahlâkî olarak sorgulanabilecek tek boyut belki de domates ve yumurtanın helal yoldan kazanılıp kazanılmadığıdır. Ancak bir insanı değiştirmeye çalışmakta ya da sosyal kurum ve ilişkileri değiştirmek için müdahalede bulunmakta sorgulanması gereken daha çok şey bulunmaktadır. Bunların içerisinde en önemlisi hangi hak ve yetki ile bir insanı ya da insanın ürünü olan medenî kurum ve ilişkileri kendi “ideal”imize göre değiştirmeye kalkıyor oluşumuzdur. Ve hemen peşinden her bireyin kendi “ideal”ine göre başkalarını değiştirmeye kalkması halinde ortaya nasıl bir manzara çıkacağı sorusu gelir.
Sözünü ettiğimiz bu sorulara, kişinin “ideal” olarak belirlediklerini -çağdaş pek çok düşünürün kabul ettiği gibi- kendi keyfine ve çıkarlarına göre belirlediğini kabul ederek cevap vermeyi denediğimizde, sözü edilen değiştirme eylemine hiçbir zaman meşruiyet tanıyamayız. Fakat buna meşruiyet tanımamak da ayrı bir problem teşkil eder. Çünkü toplum yaşantısında olup biten her şeyin toplum için “olumlu” nitelik arz ettiğini söyleyemeyiz. Ortada duran ve eksiklik olarak görülen kimi uygulamaların ya da etrafına açık zarar veren kişilerin tavır ve eylemlerinin bir dış müdahaleyi gerektirdiği açıktır. Dolayısıyla insan hem kendi ihtiyaç kabilinden “olması gerekenleri” hem de olumsuzlukların düzeltilmesi sebebi ile dış çevresine kaçınılmaz olarak müdahalede bulunacaktır. Bu durumda “insanın ‘ideal’lerini ve “olması gerekenler”ini nasıl belirlediği” ve “değiştirmek için müdahale hakkını nereden aldığı” gibi iki mesele karşımıza çıkmaktadır.
***
İnsanın iç dünyasının genellikle akıl ve duygu olmak üzere iki kaynak tarafından şekillendiği ifade edilir. Bilgi, yargı ve düşüncelerin merkezi durumundaki akıl; his, istek ve arzuların merkezi durumundaki duygular yazımızın başında kısaca temas etmeye çalıştığımız gibi “ideal”lerimizi ve “olması gereken”lerimizi belirlememizde ana etkendirler. Her iki merkez birbirini etkilemekte ve yine birbirinden etkilenmektedir. Bu karşılıklı etkileşim insanın “ideal”lerini belirlediği kadar onun karakterini ve ahlâkını da belirlemektedir. Böylelikle her insanın “ideal”leri, ya onun değer yargıları ve aklî muhakemeleri ile ya da duygusal ve hissî yönelişleri ile ortaya çıkmaktadır.
Aklî muhakemelerin ve değer yargıların yetersiz varsayımlarla oluşturulabilmesi ya da duyguların kolaylıkla heva ve heveslere kapılabilmesi ise bu “ideal”lerin sağlıklı bir şekilde oluşturulmasının önündeki engellerdir. Kişinin hem aklını hem de duygularını bu engellerden koruyabilecek ve mihenk taşı olarak kendisini bağlayacağı ayrıca her bireyi kuşatan bir değer kaynağı bulunmaması halinde, “ideal”ler ve “olması gereken”ler keyfî olarak ve çıkarlar doğrultusunda şekillenecektir. Her bireyin keyfi ve çıkarı kendine dönük olacağından, bu çerçevede şekillenmiş “ideal”ler ile kişiye, eşyaya ve toplumsal ilişkilere müdahalede bulunmak hem meşru olarak görülemez, hem de bu müdahale kargaşadan başka bir şey çıkarmaz.
Her bireyi kuşatan bir değer kaynağının esas kabul edilmesi, kişinin hem aklî hem de duygusal hareketlerini yanılgılardan ve heveslere kapılmaktan alıkoyacaktır. Bu durumda kişinin çevresindeki şartlara, kişilere ve eşyaya yapacağı müdahale, sözünü ettiğimiz bu değer kaynağı ile kendi iç dünyasının akıl ve duygu merkezlerine yapacağı bir müdahaleyi öncelemektedir. Akıl ve duygu merkezlerine yapılacak bu müdahale, kişinin iç dünyasını tanzim etmesi, başka bir ifade ile “nefsini terbiye etmesi” anlamına gelir.
***
Nefsi terbiye etmek; aklın “doğru” ve “yanlış” olarak tasdiklediklerine bir ölçü getirmek, duyguların da arzu ve yönelişlerine aynı zamanda nefret ve kaçınmalarına belirli bir alışkanlığı kazandırmak demektir. Bu sebeple uygulanacak terbiyenin, hem aklı hem de duyguları en iyi bilen tarafından hazırlanması ve onun buyruklarına riayet ederek yapılması zaruridir. Aklı ve duyguları tanıyamayan veya onların terbiyesinde ihtiyacı olan ilkeleri bilmeyen birisinin getireceği değer yargılarına göre terbiye, bu merkezlerin ortaya çıkardığı “ideal”lerin ve “olması gerekenler”in kişinin keyfine ve çıkarlarına göre oluşmasını engelleyemeyecektir.
Aklı ve duyguları en iyi bileninse ancak her ikisini yaratan olacağı söylenebilir. Zira bir şeyi en iyi bilen onu var edendir. Hem aklı hem de nefsi yaratan Allah (cc)’ın buyrukları her ikisinin tabiatının gereksindiği ilkeleri ve değer kaynağını ifade eder. Akıl ve duyguların sözünü ettiğimiz bu değer kaynağına göre terbiye edilmesi -yahut edilememesi-, kişide “ahlâk” olarak görülür hale gelir. Yine bu ahlâk, “ideal”leri ve “olması gereken”leri belirler.
Yaratıcının buyruklarına göre keyfiyet kazanmış ahlâk’ın oluşturduğu “ideal”ler ve “olması gereken”ler, her bireyin ilâhî bir çizgide buluşmasını mümkün kılar. Böylelikle eşyaya, toplumsal şartlara ve kişilere müdahale ediş veya hâkimiyet kuruş meşruiyet zemini bulmuş olur. Ayrıca insanın tabii hareketi olarak görebileceğimiz, “çevresindeki şartlara müdahale ediş” ancak bu sayede sağlanmış olur.
13.10.2015