Sıkışan ve daralan her kişi, her müessese, her devlet, her anlayış ve düşünüş, her medeniyet; atılım ve açılım yapmak ister. Bu sanıldığı kadar kolay ve hemeninde olabilecek bir durum değildir. Bu işin sancısını çekenler, -ister kişi olsun ister...
Eğitim Nedir?
Eğitim, bireysel bir faaliyet değildir. Görünüşte hedef obje “birey” olmakla birlikte, bireyin eğitilmesinden amaç, toplumun geleceğini inşa etmesi, topluma gelecekte rehberlik etmesi ve istikamet vermesi beklenen neslin; “eğitim” faaliyeti sonucunda bunu ehliyetle yapabilecek bir kıvama getirilmesidir. Bu sebeple eğitimin felsefî bir boyutu ile birlikte sosyolojik bir boyutunun da olduğu kabul edilmelidir.
İslâm'ın ve özelde Efendimizin sünnetinin konuyu ele alış boyutlarını irdelemeye geçmeden önce felsefî ve sosyolojik açıdan “eğitim”in ne olduğuna kısaca bir göz atarak konumuzu ele almaya başlamamız yerinde olacaktır.
Felsefî olarak eğitim: 1. Bir toplumun kültürünün yani değer yargıları ile bilgi ve beceri birikiminin yeni kuşaklara aktarılması süreci; bu sürecin okul benzeri kurumlarda gerçekleştirilmesi faaliyeti. 2. Kişinin kendisini bir bütün olarak gerçekleştirmesine, insan varlığının bütün gizli güçlerini hayata geçirmesine imkân veren güç… 3. Daha özel olarak da kişinin belli bir alanda yetişmesini veya onun bir yetisi ya da melekesini birtakım araç ya da yöntemlerle gelişmesini sağlayan etkinlik1 olarak tanımlanmaktadır.
Sosyolojik olarak eğitim, bilgi aşılayan ve bilgiyi yönlendiren ideolojiler, müfredat programları ve pedagojik teknikler ile kişiliklerin ve kültürlerin toplumsal bakımdan yeniden üretilmesini sağlar.2
Her iki tanımın eğitim için öngördüğü esas ve ögelerin neler olduğunu kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1. Toplumun kültürü ve değer yargıları,
2. Bilgi ve beceri birikimi,
3. Bunların yeni kuşaklara aktarılma süreci, (keyfiyeti, teknikleri ve araçları),
4. Bu aktarma süreci için gerekli kurumların varlığı,
5. Kişinin kendisini tanıması, keşfetmesi ve gerçekleştirmesi,
6. Bu tanıma, keşif ve gerçekleştirmenin sağlanması için araç ve yöntemlerin varlığı,
7. Eğitim kuru bir bilgi aktarımı olmayıp bu bilgiyi yönlendiren bir ideoloji kendi ifademizle bir akide, bir din olmalıdır.
8. Kişiliklerin ve toplumların yeniden üretilmesi kendi ifademizle, doğru ve sağlıklı İslâmî bir hayatın her düzeyde en mükemmel şekilde yaşanması için herkesin ve her kurumun ya da makamın üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeye çalışması
Sıralamaya çalıştığımız bu sekiz temel maddenin “İslâm'ın Eğitim Anlayışı” çerçevesinde ele alınıp etraflıca incelenmesi elbette üzerinde çok durulması gereken bir husustur. Bu husus üzerinde Kur’ân'ın nüzulü ile birlikte zamanın, sosyal, ahlâkî ve ekonomik hayatın gelişen ve değişen ihtiyaç ve gerekleri; insanın Rabbi ile, kâinat ve tabiat ile eşya ile ilgili tasavvur ve değer yargılarının mahiyeti çerçevesinde durulmuş ve oldukça ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Bu alandaki kültürel birikim ve zenginliğimiz düşünülebildiğinden çok daha fazladır ve bu yazıda ancak bunların önemli birkaç başlığına değinmek imkânımız olacaktır.
Buna dikkat çekmemizin bir amacı da evvela, “eğitim anlayış, teori ve pratiğimiz”i ortaya çıkarabilmek için sadece ilmî mirasımıza yönelmemizin yeterli olacağına işaret etmek ve ikinci olarak da bu kültürel mirasımızın varlığı sebebiyle “eğitim anlayışımızı” yeniden ifadelendirmeye çalışacak olursak, yapmamız gerekenin sadece geçmişte yolun neresinde kaldığımızı tespit edip oradan günümüz şartlarında cevaplandırılması gereken hususlara doğru cevaplar aramak ve meselelerimize sağlıklı çözüm bulmaya çalışmaktan ibaret olacağına parmak basmaktır.
Yani biz; planı, projesi olmayan, pusulası, istikameti belli olmayan bir yol başında değiliz. Yapmamız gereken, sadece kat ettiğimiz yolun idrakinde bulunarak yolun bundan sonrasını aynı anlayış ve yaklaşımla sürdürebilmektir.
Eğitimin Amacı Nedir?
Yukarıda eğitimin verilen tanımlarından hareketle eğitimin amacını; toplumun kültürünü, değer yargılarını, bilgi ve beceri birikimini, yeni kuşaklara aktarma, kişinin kendisini tanımasını ve gerçekleştirmesini sağlama ve bunları bilgiyi yönlendiren bir ideoloji ya da inanç çerçevesinde gerçekleştirme, kişiliklerin ve toplumların yeniden üretilmesi kendi ifademizle, doğru ve sağlıklı İslâmî bir hayatın her düzeyde en mükemmel şekilde yaşanması için herkesin ve her kurumun ya da makamın üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeye çalışması diye çerçevelendirebiliriz.
Bu çerçeveyi bir taraftan dikkatle ele alıp diğer taraftan da Türkiye dâhil, “İslâm Ülkeleri” diye bilinen bütün coğrafyalarda eğitimin hem fikrî ve ideolojik bakımdan, hem de pratiği ve hedefleri bakımından yüz yılı aşkın bir zamandır bütün arayışlara rağmen hâlâ sağlıklı bir eğitim paradigmasının oluşturulamadığına dikkat edecek olursak, bu bocalamanın, tökezlemenin, mutlak başarısızlığın hatta şaşkınlığın ana sebebinin ne olduğunu da idrak etmiş oluruz.
O hâlde Türkiye dâhil, “İslâm Ülkeleri” diye bilinen bütün coğrafyalarda evvela eğitimleri için ideolojik –bizim ifademizle: fikrî ve itikadi bir modelin çerçevesi belirlenmek zorundadır. Biz bu eğitim ile nasıl “bir insan” yetiştirmek işitiyoruz?
Bunun sağlıklı, doğru ve uygulanabilir, mevcut şartlara karşılık olabilecek bir cevabının verilmesi zorunludur.
“Anayasanın başlangıcında ifadesini bulan…” diye başlayan bir eğitim politikasının mutlak bir iflas ile karşı karşıya kalıp nasıl bir duvara tosladığını anlamak için eğitim vakıamıza ve bu eğitim sisteminin hiçbir derde deva olmayan defolu ya da tektipleştirilmek istenen ve bunun dahi başarılamadığı ürünlerine bakılması yeterlidir.
O hâlde bu soruyu tekraren sormak ve buna doğru, gerçekçi ve aynı zamanda arayışımıza karşılık olabilecek cevabını samimiyetle ve peşin hiçbir yargının etkisi altında kalmadan arayıp bulmamız gerekmektedir.
Böyle bir yazının sınırları, vereceğimiz cevap için gerekli bütün mukaddimeleri uzun uzun açıklamaya ve verilecek cevabı gerekçelendirmeye elverişli olmadığı için biz hemen bizce doğru olan cevabın çerçevesini çizip konumuzun diğer başlıklarına geçmek istiyoruz.
Dikkat edilecek olursa bizim için maksadımıza elverişli olmayan “ideoloji” terimi yerine özellikle “din ve itikad” terimlerine vurgu yaptık. Bundan gözettiğimiz bir maksat da bir taraftan, ideolojilerin/felsefelerin Gayyâ kuyusuna dalmak ve bunlar arasında seçim yapmak gibi şimdiye kadar beşeriyetin içinden çıkamadığı çıkmaz sokaklara girmek külfetinden akidemiz sayesinde kurtulmuş olmak nimetine vurgu yapmak; diğer taraftan da eğitimizin esas ve çerçevesinin neye göre belirlenmesi gerektiğine dikkat çekmektir.
Şunu da belirtmek gerekir; İslâm din, akide, şeriat, siyaset ve ahlâk olarak, ahiret hayatının dünyadaki duruş ve eylemlerimiz ile belirleneceği inancını merkeze alan eksiksiz bir hayat nizamıdır. Bu muhtevası ile en geniş, en gerçekçi ve insanın ihtiyaç ve vakıasına en uygun bir eğitim anlayışını müminlere uygulama ve gerçekleştirme yükümlülüğünü getirmiş; beşeriyete de bunun için gerekli pratik ve nazarî serveti ile kendisini takdim etmiştir.
İslâm'ın ve dolayısıyla İslâm eğitim anlayışının model insanı “yeryüzünün halife” olmak sorumluluğu ile yaratılmış ve bu sorumluluğunu en ile düzeyde yerine getirme çaba, aşk, şevk ve gayretinde olan insandır.
Eğitimin esası insana sorumluluk merkezli ve odaklı ve aynı zamanda tekebbüre kapılmamış bir “yüce şahsiyet” olmanın özgüvenini vermektir. Çünkü “hilâfet makamı” pek yüce bir makam olduğu için bir taraftan insanda özgüveni besler; aynı zamanda büyük bir sorumluluğu beraberinde getirdiği için onda en ileri derecede sorumluluk duygusunu yerleştirir ve yaşatır.
İşte burada büyüklenmek kompleksinden uzak, gerçek ve sağlıklı bir özgüvenin önemi, gereği ve ne kadar fonksiyoner olabileceği ortaya çıkmaktadır.
Halife, kısaca kendisini o makama getiren otoritenin (Âlemlerin Rabbi'nin) şeriatini ve dinini uygulamakla yükümlü bir vekildir. Onun bütün sorumluluk ve yetkisi kendisini vekil tayin edenin vekâleti çerçevesinde hareket etmekten ibarettir. Sorumluluğunu yerine getiremediği ya da yetkisini aştığı oranda o vekâletin kendisine tanıdığı hak ve yetkilerden mahrum edilir, ya da Sünnetullah gereği dünyada ya da ahirette de cezalandırılır ve hatta bazen bütün yetkileri elinden alınarak o makamdan büsbütün alaşağı edilir.
İşte yüzyıllardan beridir sürüp giden bu ümmetin düşüş çizgisi bu hakikatten hareketle ele alınmalı, anlaşılmalı ve yorumlanmalıdır.
O hâlde ümmet, eğer yeniden kendisine biçilmiş ve tabii vazifesi olan “halifelik” görevini ifa etmek istiyorsa, kendisine hangi şartlarda “vekâlet” verilmiş olduğunu yeniden tetkik etmeli ve bu şartlar ile arasındaki mesafeyi kapatmanın plan ve projelerini ortaya koymalıdır.
Görüldüğü gibi burada bireysel eğitim, ancak ümmetin misyonuna uygun bir mahiyet kazanmaktadır.
O hâlde birey çapında İslâm eğitiminin amacı, hedef ve gayesi, ümmetin genel anlamdaki halifelik görevi ve sorumluluğunu kendi çapında idrak edip gereklerini ifa etmeye çalışmaktır.
İşte ümmetin sorumluluk mevkiinde olanlar, vakıadaki eğitim ile “hilâfet sorumluluğu”nu taşımaya aday yetiştirmek arasındaki makası/mesafeyi evvela görmek, ikinci olarak bunu kapatmanın yollarını bulup imkânlarını oluşturmak ve bunu hayata geçirmekle yükümlüdürler.
Eğitimin Amacını Gerçekleştirmenin Yolları
Bilindiği üzere beşeriyet tarihinin başlangıcından itibaren insanlık önünde iki yol buluna gelmiştir:
“Ey Âdemoğulları, şeytana tapmayın! Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır, diye size emrimi açıklamadım mı? Ve bana ibadet edin diye emretmedim mi? İşte dosdoğru yol budur.” (Yasin, 60 61)
İşte eğitimin amacına dair değinilerimizden de anlaşılacağı üzere, bir diğer söyleyişle eğitimden amaç, hatırlattığımız iki ayetin de gösterdiği gibi insanoğlunu Şeytan'a ibadet alçaklık ve sefaletinden kurtarıp, bunun önünde gerekli engelleri koyup tedbirleri alarak, Allah'a ibadet etmek/ubudiyet şerefini ihraz etmesinin yollarını göstermek, “eşref i mahlûk”a yakışır bir konuma yükselmesini ve o makamda kalabilmesini sağlamaktır.
İnsanın vahyin rahmetinden ve nebilerin rehberliğinden yüz çevirmesi halinde hangi vadilerde serserice dolaşacağı beşeriyet tarihinin küfür cephesinde görülegelmiş sapma ve dalâletleri tarihte ve günümüzde görebilmekteyiz.
Şeytana ubudiyetin türlü şekillerinin, felsefî, ekonomik, sosyal, siyasal ve ahlâkî sistemlerde hangi boyutlara ulaştığını görmek için bu alanda ana çizgileriyle bir bilgiye sahip olmak dahi yeterlidir. Şeytana ubudiyetin beşeriyete ve özellikle bu ubudiyete zebun olmuş kişi ve toplumlarda yaptığı tahribat, uhrevî, ebedî en büyük hüsrana mahkûm olmanın ötesinde dünyadaki boyutlarıyla dahi takdir edilemez. Bunun ayrıca müminlerin zayıf ve mustazaf olmaları neticesinde, vahyin kutlu yolunu izlemeyi kabul etmeyip şeytana kulluk yolunu izleyenler tarafından kendi sistemlerine mahkûm edilmelerinin ve sömürülüp kendi yollarını izlemeye mecbur edilmelerinin iman cephesinde sebep olduğu zarar ve tahribatı ayrıca hatırdan çıkarmamak gerekmektedir.
Dememiz o ki, şeytana ubudiyetin beşeriyete maliyeti, dünya ve ahirette ne kadar ağır ise, Allah'a ubudiyetin gereklerini yerine getirerek gerçek anlamda “halifelik makamı”nın gereklerini yerine getirmekle yükümlü olan ümmetin bu makamı şu ya da bu oranda yeterince dolduramamasının maliyeti de o kadar büyüktür.
Şeytana ubudiyetin yaygınlığı oranında bizzat ona itaat edenlere zararı olduğu gibi, güçsüzlükleri yani halifelik makamının gereklerini yerine getirmemeleri ya da getirememeleri hâlinde Allah'a ibadet etmeye çalışanların da o derece zarar gördükleri bir başka hakikattir.
O hâlde şeytana ubudiyet kanadı ya da cephesi ne kadar zayıf ve beşeriyet üzerindeki etkisi ne kadar az ise, buna karşılık Allah'a ubudiyetin gerçek saadetini beşeriyete armağan olarak takdim eden yeryüzü halifeleri de bu ubudiyetlerinin gereğini yerine getirdikleri nisbette beşeriyet rahat ve huzur içinde, mutlu ve bahtiyar olacaktır.
Tarihte de bu böyle olmuştur.
İşte bedbahtlık kaynağı şeytana ubudiyetin geriletilmesi ve Allah'a ubudiyet nurunun beşeriyetin ufkunu aydınlatması için yüce Allah tarih boyunca hikmeti gerektirdikçe peygamberler ve rasuller göndermiştir. Sonuncuları ise Muhammed (s.a.v.) Efendimizdir.
Peygamberlerin Temel Görevleri ve Bunun Eğitim Açısından Önemi
Peygamberlerin temel görevleri bilindiği gibi:
1. Aldıkları vahyi aldıkları gibi tebliğ etmek,
2. Tebliğlerini kendi nefislerinde, yakın çevrelerinde ve davetlerini kabul edenler arasında emrolundukları gibi beyan etmek ve uygulamak,
3. Kendilerine gelen ve tebliğ etmekle yükümlü oldukları vahyi söz ve fiilleriyle açıklamak.
4. İşte bundan dolayı Cenabı Allah:
5. “Biz ne kadar rasul gönderdiysek mutlaka Allah'ın izni ile kendisine itaat edilsen diye gönderdik.” (Nisâ, 64)
6. “Rasule itaat eden Allah'a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 80)
7. “Rasul size ne verdiyse onu alın, size neyi yasaklarsa ondan uzak durun.” (Haşr, 7)
8. “Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinden hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 65)
9. “De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl i İmrân, 31)… buyurmaktadır.
Kur’ân'ın muhtevasına aşina olanlar bilir ki, bu kabilden Kur’ân ı Kerim'deki ayetler örnek olmak üzere hatırlattıklarımızdan kat kat fazladır.
Yine aksini ileri sürenlerin bize göre kanaatlerinin ilmen hiçbir kıymet taşımadığını söyleyerek tartışmaya gerek görmeksizin şunu da hatırlatıyoruz:
Son peygamber (s.a.v.) peygamberlik sıfatıyla Fıkıh Usulü ilminde belirlenmiş çerçeveye göre Kur’ân ahkâmını tebliğ ve beyan etme, mücmel ve müşkülü ile ilgili gerekli açıklamaları yapma ve Kur’ân'ın aslî maksat ve beyanına aykırı olmamak ve onun dışına çıkmamak suretiyle yeni hükümler koyma hak ve selahiyetine sahiptir. Bu selahiyeti de başta yukarıda örnek olmak üzere bazılarının mealini verdiğimiz bizzat Kur’ân ayetleri vurgulamaktadır. Dolayısıyla konumuz olan “eğitim” ile ilgili Sünnetteki emir irşad ve uygulamaların bu sahada paha biçilmez bir değeri bulunmaktadır.
Sünnette Eğitimin Bazı Unsurlarına Genel Bir Bakış
Mekke döneminde Efendimiz, ashabını nazil olan vahyi her hangi bir yolla onlara ulaştırmakla, onlara zaman zaman özel görevliler aracılığı ile talimatlar, öğütler göndermekle eğitiyordu. Mekke Döneminin bilinen ağır şartları ve ashab-ı kiramın sayıca azlığı haliyle eğitim için kullanılan yol, araç ve yöntemlerin sınırlı olması gayet tabii idi.
Ancak Medine'de durumun farklılık arz ettiğini, imkân ve yolların geliştiğini görüyoruz. Ayrıca eğitim için kullanılan malzemenin (yani açıkladığımız çerçevede sünnet dâhil) vahiy başta olmak üzere eğitimin içini dolduran muhtevanın konularının da gittikçe zenginleştiğini ve yavaş yavaş hayatın bütün sahalarını kapsamaya başladığını görüyoruz.
Bunun dışında Rasulullah Efendimizin eğitim amaçlı kullandığı bazı vasıtaları seri bir şekilde şöylece sıralayabiliriz:
1. Suffa Ashabı: Suffa Ashabı, Mescid i Nebevî'nin arka tarafında kendilerine ayrılmış sofada kalan, çoğu fakir ve kimsesiz olan ashabın kaldığı yerdi. Burada kalanların Efendimizi daha çok görmek, daha çok dinlemek, ona daha yakın olmak dolayısıyla konumuz ile alâkalı olan kısmı dâhil olmak üzere onun mirasından daha çok pay almak gibi bir ayrıcalıkları vardı. Sayıları çeşitli sebeplere bağlı olarak zaman zaman artıp eksiliyordu. Ancak durum ne olursa olsun Ashab-ı Suffa denilen kadroda yer alanların İslâm'ın ilim ve eğitim tarihindeki rolleri ve katkıları oldukça büyüktür.3
2. İlim halkaları: Peki işine gücüne devam eden ashab, eğitim ve öğretim meselesini nasıl hallediyordu? Anladığımız kadarıyla aralarında sağladıkları ittifaka göre nöbetleşe gitmek üzere birbiriyle anlaşan meslektaş, ortak ya da komşu sahabiler sayıca azımsanmayacak kadardı.
Meselâ, Hz. Ömer'in komşusu ile anlaşıp her gün onlardan birisinin Efendimizin huzurunda, mescidinde ve onunla beraber vakit geçirdiğini, akşam olunca onun yanında olanın inen vahiyleri, olup biteni ve vârid olan sünnetleri arkadaşına anlattığını, ertesi günün aynı işi diğerinin yaptığını biliyoruz. Ebu Hureyre (r.a.) ve benzeri ashabın ise karın tokluğuna kendilerini Rasulullah'ın öğretim halkasının adeta 7/24 öğrenciliğine vakfettiklerini görüyoruz.
Sonra bunlar, münavebe ile Efendimizin huzuruna gelenler ve Suffa Ashâbı dâhil herkes az çok ne öğrendiyse, gerektiğinde kendisi gibi bir sahabiye yahut o zaman için Medine'de bulunmayıp bir vesile ile bir araya geldikleri Müslümanlara hatta Müslüman olmayanlara öğrendiklerini aktardıklarını görüyoruz.
Rasulullah'ın vefatından itibaren ise İslâm tarihinde yalnız fetihlerin hızla yayıldığından söz etmek eksik olur, ondan sonra ümmet tarihinde adeta bir eğitim ve öğretim patlaması yaşanmıştır, desek kesinlikle mübalağa olmaz.
3. Uygulamalı eğitim ve öğretim: İslâm'da öğretim ile eğitim faaliyetlerini birbirinden ayırt etmek adeta imkânsızdır. Çünkü Efendimiz, “faydasız ilimden Allah'a sığındığı” gibi; “Yaratan Rabbinin adı ile oku!” buyruğuyla başlayan ilk vahyin ayetlerinin yer aldığı Alak Suresi “Secde et ve (Rabbine) yaklaş!” buyruğu ile sona ermektedir. Bu da ilmin ve eğitimin hedefini işaret etmektedir. Böyle bir hedef ise ancak öğrenilen ilmin hayata fiilen ve eksiksiz geçirilmesi ile mümkün olabilir.
Eğitiminin kabul edilen ve doğruluğuna inanılan değerler istikametinde insanın inşa edilmesi demek olduğunu hatırlayacak olursak şunu anlarız:
a. İslâm'ın istediği model insan olan “Allah'ın kulu” ya da “halife”nin inşâ edilmesinde ve İslâm hilâfetinin itikadî, fikrî, siyasî, ictimaî, ahlâkî… bütün alanlarda vakıa olarak ortaya çıkarılmasında katkısı olmayacak hiçbir bilgi, faydalı bir bilgi olamaz.
b. Buna karşılık böyle bir hilâfetin vâkıaya dönüştürülmesi için gerekli olan her bir bilginin öğretim ve eğitiminin yeterli ölçülerde elde edilmesi ve gerçekleştirilmesi de bir yükümlülüktür.
4. Kıssalar ve örneklendirmeler: Kıssalarla ve örneklendirmelerle (mesel vermekle) eğitim Kur’ân ı Kerim'in oldukça önemsediği kıymetli ve oldukça zengin malzeme ihtiva eden bir eğitim unsurudur. Bunun yanı sıra Sünnet-i Seniye'de de bu önemli aracın çokça kullanıldığını görmekteyiz. Merhum Buhari, muhteşem Sahih'inde bunun ne kadar önemli olduğunu fark etmiş olmalı ki temel konusu ya da rivayetlerinin önemli bir bölümünü bu gibi hadislerin teşkil ettiği birçok bölüm ve bab ayırmıştır.4
Ayrıca Tirmizî'nin Mesellere ait özel bir bölüm ayırdığını ve Emsâlu'l Hadis5 diye hadislerdeki mesel¬leri konu alan hadis kitaplarının telif edilmiş olduğunu da hatırlatalım.
5. Yanlışın Düzeltilmesi yoluyla terbiye: Efendimizin yanlışı düzeltirken insanları incitmediği, kırmadığı, gücendirmediği, aksine gönüllerin hoş tuttuğu için yapılan düzeltmeyi ve verilen öğüdü rahatlıkla kabul edip benimsediğini gösteren çok sayıda örnek vardır. 6
Konumuzun bütünlüğü ile ilgili olduğu için yalnızca şuna değinip sözlerimizi bağlayalım: Bazı nirengi noktalarına temas etmeye çalıştığımız İslâmî eğitim mirasımızın özellikle de sünnetteki zenginliğine değinmek istedik. Ancak bu miras, müteakip dönemlerde İslâm âlimleri ve eğitimcileri tarafından oldukça etraflı ve yoğun bir şekilde ele alınıp enine boyuna işlendi, etüt edildi. Bunun neticesinde konularına göre/ale'l ebvâb tasnif edilmiş temel hadis kaynaklarındaki “edeb, birr ve sıla” gibi bahislerden tutun, el Edebu'l Müfred, Edebu'd Dünya ve'd Dîn, Ahlâku'l Ulemâ… gibi bir çok isim ve başlık altında eserler yazılmış, bölümler tasnif edilmiştir. Hele bu alanda İbn Edi'd Dünya'yı anmadan geçemeyiz… Edep ve ahlâk ile alâkası olup da ona dair müstakil bir eser yazmadığı hiçbir konu yok gibidir… Bu konudaki edebiyatımız (literatür) gerçekten çok geniş ve zengindir…
Peki, bunların bize mesajı ya da yüklediği sorumluluk nedir?
Bunlar bizi tekerleği yeniden keşfetmek külfetinden kurtarmaktadır ve bu büyük bir imkân ve çok değerli bir mirastır.
Bize düşen, ümmetin vakıası ile olması gereken yer arasındaki durumu en sağlıklı bir şekilde tespit edip bu malzemeyi, bu muhteşem mirası doğru ve sağlıklı bir şekilde günümüze taşımak ve hilâfet yükünü ve sorumluluğunu hakkıyla yüklenecek, başka ümmetlere şahitlik etmek makamını dolduracak “vasat ümmet”in ortaya çıkması için gecemizi gündüzümüze katarak dur durak bilmeden ısrarla, ümitle ve gayretle çalışmaktır.
İKİ ZEYL
Birinci zeyl: Sünnet, davranışlara anlam katar:
Sünnet ile davranışlarımız anlam kazanır, ne kadar sıradan gibi görünse de sünnete uymak şuuruyla yapılan davranışların değeri gözümüzde büyür, manevî bir güven ve ferahlık verir. Hiçbir davranışı mümkün mertebe düşünmeden ve gelişi güzel yapmamaya çalışır, sünnete uygun olduğumuzu bildiğimiz davranışlarımız bizim için daha büyük bir değer taşır ve hatta doğru bir davranış yaptığımızdan emin oluruz.
Vaktiyle sünnetin hayatımızda bir öneminin olduğunu kabul etmediğini söyleyen bir gence sormuştum:
— Akşam yatağına yatınca meselâ bir dua okuyor musun, okuyorsan ne okuyorsun, yatarken sağına mı soluna yattığına dikkat ediyor musun, yatağında dönerken uyandığını fark ettiğinde Allah'ı anıyor musun, yatağından kalktığın zaman Efendimizin ölümden sonra dirilişi ve Haşri hatırlatan duasını hatırlayarak sen de o duayı yapıyor musun, bugünün ve bugünden sonraki gün(ler)in hayrını istiyor, şerrinden Allah'a sığınarak gününe başlıyor ve böylelikle Allah'a tazelenmiş bir iman ile taze bir güne başlıyor musun, dedim.
O delikanlı:
— Bunların benim için hiçbir önemi yok, demişti.
— Sen o zaman çok şey kaybediyorsun, deyip tartışmayı kesmiştim.
Yani kısaca sünnete göre eğitim, sünnete göre davranışlarımızın keyfiyetlenmesini sağlar ve davranışlarımıza sünnetin kazandırdığı değeri düşünerek davranışlarımız dolayısıyla kendimize de saygımız artar, sünnetin davranışlarımıza kattığı değer sayesinde amellerimizin de Allah nezdinde değerinin daha da artacağını ümit ederiz.
İkinci zeyl: Sünnet terbiyesi hayatı tamamıyla kapsayan bir eğitimdir:
Bir önceki zeylde vurgulamaya çalıştığımız gerçeklere de örnek teşkil etmekle birlikte son olarak da sünnet eğitiminin hayattaki her türlü amelî ve ahlâkî ilişkiyi de kapsadığını ifade etmesi açısından önem verdiğimiz bir hadis i şerifin tercümesini kaydetmek istiyoruz:
Selmân (r.a.) dedi ki: Kendisine: Sizin Nebiniz büyük abdest bozma şekline varıncaya kadar size her şeyi öğretti, denildi.
Selman:
— Evet, o bize küçük ya da büyük abdestimizi bozarken kıbleye dönmeyi yahut sağ elimizle taharetlenmeyi, temizlenirken üç taştan aşağı kullanmayı, bir pislikle ya da bir kemikle de temizlenmeyi yasakladı, dedi.7
Hadis, sünnetin kapsayıcılığına işaret etmekle birlikte Müslüman olmayanların dahi farkına vardığı bu gerçeğe, ashab-ı kiramın ne kadar güvenle baktıklarını, bununla adeta kıvanç duyduklarını ve bunu kendilerine ve davranışlarına bir üstünlük kazandırdığına inandıklarını göstermektedir.
M. Beşir Eryarsoy
1 Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, İstanbul 2002, s.339 340
2 Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, (Çevirenler: Osman Akınhay, Derya Kömürcü), Ankara 1999, s. 174.
3 Suffa Ashabı ile ilgili kayıt ve rivayetlerden hareketle İslâm Eğitim ve öğretimin birçok esasını ve konu ile ilgili yapılacak türlü düzenleme ve mevzuatın dayanağını bulmak mümkündür. Eğitimin tamamıyla istek ve tercihe bağlı olmasından, meccanî olmasına, yatılı ve gündüzlü olabileceğine, sabit ve durağan olmayıp müteharrik (mobil) olmasına, isteyenin yeterli gördüğü kadar eğitiminin/öğretiminin mahiyet ve miktarını tespit edebileceğine varıncaya kadar…
4 Enbiyâ/nebilere ait bölüm, muhacirler ile ensarın menkıbelerine dair bölümler, Ka’b. b. Mâlik hadisi ve Kitabı¬nın muhtelif yerlerinde çoğu zaman rast gelinebilecek ve üzerinde durmakta olduğumuz eğitim maksadına çeşitli yönlerden katkıda bulunabilecek daha birçok rivayet…
5 Meselâ, Hadis İlimlerine/Usulu'l Hadis'e dair ilk eser yazanların başında gelen Râmehurmuzî'nin Emsalu'l Hadis adlı eserini örnek olarak hatırlatabiliriz.
6 Burada bu kabilden yalnızca bir örnek zikretmekle yetineceğiz: Muaviye es Sülemî dedi ki: Nabi (s.a) ile namaz kıldım. Cemaatten birisi aksırdı. Ben: Yerhamukellah, dedim. Cemaat bana göz ucuyla baktı. Vay benim halime, dedim. Niye bana böyle bakıyorsunuz? Bu sefer elleriyle uyluklarına vurmaya başladılar. Onların bana: Sus demek istediklerini anladım. Ben de sustum. Nebi (s.a) namazı bitirince, babam anam ona feda olsun bana ne ağır söz söyledi, ne sesini yükseltti ne de dövdü. Yalnız şunu söyledi: “Bu namazda insanların bu kabilden sözlerinin söylenmesi uygun değildir. Namaz tesbih, tekbir ve Kur’ân kıraatin¬den ibarettir.” (Ahmed b. Hanbel , Müsned, V, 448)
7 Müslim, 629, 630; Ebu Davud, 7; Nesaî, 41, 49; İbn Mace, 316; Ahmed b. Hanbel , Müsned, V, 437, 438, 439.