Kişiler olarak her birimiz/özümüz, ailemiz, akrabalarımız, çevremiz, mensubu bulunduğumuz camiamız, içinde yaşadığımız şehrimiz, ülkemiz, bölgemiz, medeniyetimiz, dünyamız yeni bir durumla karşı karşıya. Buna yeni bir kuşatma, yeni bir saldırı...
Cumhuriyet’in ilk yıllarının en köklü dönüştürücü uygulamalarından olan Köy Enstitüleri, üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen tartışılan önemli konular arasındaki yerini hâlâ koruyor. Dönemin devlet partisi konumundaki CHP’nin Kemalist ideolojiyi toplumun kılcal damarlarına dek yayma ve iktidarını güvenceye alma amacı da güderek
uygulamaya soktuğu bu kurumlar üzerinde özellikle 50’li ve 60’lı yıllarda ciddi tartışmalar yürütülmüş ve hâlen de yürütülmektedir.
Sola hâkim olan Kemalist entelijansiyanın geçmişe duyulan özlemini her fırsatta dile getiren bakış açısı, Köy Enstitüleri’ne gerçekliği fazlasıyla aşan anlamlar yüklemiştir.
Sırf pedagojik bazı olumlu yönleriyle etkin bir sempati kitlesi olan ve bir zamanlar özellikle sol düşünceye mensubiyetin turnusolu ve test mekanizması olarak görülen Köy Enstitüleri makro planda Cumhuriyet reformistlerinin ve tek parti iktidarının bir modernleştirme projesidir.
Enstitülerin uygulamalarından yana olanlar hâlâ o günleri “Yarım Bıraktırılmış Efsane”, “Bozkırda Açan Çiçek”, “Türkiye’nin Büyük Kaybı” ve “Son Işıklar” vb. nostaljik ifadelerle özlemle anarken; uygulamalara karşı çıkanların bu projeyi toplumsal yapıyı yeni bir ulus inşa süreci temelinde şekillendirmek için fikirsel ve ahlâkî yozlaştırmaya yapılan yatırım olarak görmektedir.
Bu çalışmamız, Cumhuriyet’in ilk yıllarında eğitimin gücünden yararlanarak bir dönüştürme ve bir modernleştirme(!) projesi olarak hayata geçirilmeye çalışılan Köy Enstitüleri’ni incelemeyi amaçlamaktadır.
***
Türk toplumunun Batılılaşma serüveninde eğitim, daha çok toplumsal inşa aracı olarak görülmüştür. Bunun en önemli nedeni toplumu değiştirme ve dönüştürme kaygısı içinde olanların tepeden inmeci yaklaşımları ve direktifleridir. Çünkü, ileri gelen devlet adamları ve aydınları devletin ve toplumun çöküşten kurtuluşunun ancak modernleşme ile mümkün olacağını ileri sürmüşlerdir. Bunun için seçkinci ve ulusalcı ideolojilerin dayatmaları daha çok eğitim alanında görülmüştür.
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Ankara merkezli yeni yönetim, kökenleri Osmanlı’ya uzanan eğitim alanında, modernleşme çabalarında daha radikal bir politika izlemeye başlamış, bu politikalar ekseninde şekillendirilen resmi ideoloji ile de yeni bir toplum düzeni oluşturmaya çalışmıştır.
Takip edilen politikalara tüm toplum kesimlerini dâhil ederek siyasal meşrulaştırma problemini ortadan kaldırmayı hedefleyen merkezin, bu bağlamda üzerinde önemle durduğu alanlardan biri de kırsal kesim ya da köydür.
Yürütülen modernleşme çabalarına zıt değerler taşıdığına inanılan köylü kesiminin, benimsenen yeni politikalar bağlamında merkeze bağlılığının sağlanabilmesi hedeflenmiştir. Bu çerçevede, hem gerçekleştirilmek istenen kalkınmanın, hem de geliştirilmesine karar verilen yeni ulusal bilincin nihaî muhatabı olan köylüler üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Mustafa Kemal’in 1 Mart 1922’de TBMM’nin 3. toplantı yılının açılışı dolayısıyla yaptığı konuşmada, köylülerle ilgili söyledikleri dikkat çekicidir: “Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim: Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi hakikî müstahsil olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah, saâdet ve servete müstâhâk ve lâyık olan köylüdür. (...) Efendiler, diyebilirim ki, bugünkü felâket ve sefâletin tek sebebi bu gerçeğin gâfili bulunmuş olmamızdır. Filhakika; yedi asırdan beri cihanın dört bir köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı topraklarında bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna mukabil daima tahkîr ve tezlîl ile mukabele ettiğimiz ve bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, cebbarlıkla uşak seviyesine indirmek istediğimiz, bu gerçek sahibin huzurunda bugün utanç ve saygı ile hakiki durumumuzu alalım.” (Engin Tonguç, Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç, Ant Yay., İstanbul 1970, s. 36.)
Mustafa Kemal, Türkiye’nin gerçek sahibi olarak nitelediği ve uzun dönemler boyunca Osmanlı’nın kötü muameleye tabi tuttuğunu belirttiği köylülerle ilgili bu konuşmasının devamında, köylüyü eğitmenin bir görev olduğunu, bu doğrultuda yapılacak ilk işin ve ulusal eğitim politikasının ilk hedefinin köylüyü eğitmek olduğunu belirtmiştir.
Köylü, muhafazakâr inançları dolayısıyla da eleştiriye tabi tutulmuştur. Köylünün, yapılan inkılapları anlamaktan uzak olmasının ve bu doğrultuda bir değişime direnmesinin önündeki en büyük engel olarak sahip olduğu inançlar gösterilmiştir. Bu noktada Tütengil’in yaptığı değerlendirme dikkat çekicidir: “(...) Dil, örf, âdet, görenek ve hayat tarzı; kısaca memleketin gayet mütenevvî iklim ve coğrafi şartlarına, bâriz bir Türklük damgası vuran şeyler, köyde halk kültüründe kökleşmiştir. Aynı zamanda köylü muhafazakârdır ve böyle olmakla iftihar eder. (...) Böyle bir sosyal bünyenin değişikliğe büyük mukavemet göstereceği tabiîdir ve hakikatte de öyledir.” Bu muhafazakâr anlayışı kırarak, köylüyü modernleştirme hedefinin bir parçası olarak kurulmuş köy enstitülerinden, (Konya) İvriz Köy Enstitüsü’nden mezun olmuş olan Mahmut Makal da yazdığı eserlerde, köylünün bu muhafazakâr anlayışını ortaya koymaya çalışır. Makal, köylerin günlük yaşam tarzlarını “Bizim Köy” isimli eserinde ortaya koymaya çalıştıktan sonra, özellikle “Memleketin Sahipleri” ve “Köye Gidenler” isimli eserlerinde köydeki geleneksel yaşam tarzını ve hurafeleri ele alıp eleştirir. Makal, kitabında İslâmî inancı bu gelenekselliğin sürdürülmesine neden olan bir öğe olarak tenkit eder.
Köy Enstitüleri, neredeyse tüm Anadolu’nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu savıyla dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün himayesinde, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç’un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu, zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kuruldular.
Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in verdiği destekle, Tonguç’un yürüttüğü çalışmalar sonucunda Köy Enstitüleri’nin kuruluşu 1940’ta gerçekleşir. 17 Nisan 1940 tarihinde 3803 sayılı “Köy Enstitüleri Kanunu” tasarısının TBMM’ce kabul edilmesi ile birlikte Köy Enstitüleri’nin açılmasının önünde bir engel kalmaz. Bu kanun tasarısının 1. maddesi Köy Enstitüleri’nin açılışıyla ilgili şunu belirtir: “Köy öğretmeni ve köy yararına diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde, Maarif Vekilliğince Köy Enstitüleri açılır.”
Köy Enstitüleri hakkındaki yasanın meclisten çıkarılmasından sonra, köy okullarında görev alacak olan öğretmenleri yetiştirmek üzere, kent ve kasabalardan uzak, geniş arazisi bulunan yerlerde Köy Enstitüleri kurulmaya başlanır. Ülke tarım koşullarına göre üç veya dört ili içeren 21 bölgeye ayrılarak, her bölgeye bir Köy Enstitüsü kurulması planlanır. Kurulacak olan Köy Enstitüleri’nin şehre uzak ve varsa bir tren istasyonuna yakın olmaları kararlaştırılır. İlki İzmir-Kızılçullu, sonuncusu da Van’ın Erciş ilçesindeki Köy Enstitüsü olmak üzere, toplam 21 Köy Enstitüsü kurulur. Kuşkusuz asıl amaç Cumhuriyet modernleşmesine uygun bir eğitim zihniyetinin taşıyıcısı, eğitim araçları oluşturmaktı. Dini ağırlıklı olan kırsal kesime ulaşarak seküler bir toplum inşa arayışının imkânlarını oluşturmak, enstitünün en önemli amaçları arasındaydı.
Türk modernleşmesi; Osmanlı İmparatorluğu gibi çok etnik kökene sahip bir toplumdan, homojen bir ulus inşa amacına yönelmiştir. Çağdaşlık ve yurtseverlik bu ulusun temel dinamikleri olacaktır. Kamusal alanda ise laik, çağdaş, dinî değerlere mesafeli, hayatını bilimin verileri ışığında sürdürmeyi amaçlamış bireyler yetiştirmek amaçlanmıştır. Kuşkusuz Köy Enstitüleri bu arayışa cevap verecek eğitim kurumları olarak tanımlanmıştır.
Köy Enstitüleri’nin amaçlarından biri de Cumhuriyet devrimlerini köylere taşımaktır. Kuşkusuz köyleri canlandırmak, köylüleri köyde tutmak ve onları kendi kendilerine yetecek hâle getirmek de diğer amaçları arasında yer alır.
Köy Enstitüleri’nin eğitim müfredatında dini eğitimin olmaması yetiştirilmek istenen insan tipiyle ilgilidir. Cumhuriyet modernleşmesi elitleri; dini, devlet hayatından tamamen, toplum hayatından ise olabildiğince uzak tutmayı hedeflemişlerdi.
Köy Enstitüleri, aslında Cumhuriyet’in “yeni ulus” inşası projeleri kapsamında devletin imkânları kullanılarak oluşturulduysa da özünde Cumhuriyet Halk Fırkası’nın projesidir. Kaldı ki, bu enstitü projesi özgün bir proje olmayıp başta Amerikalı John Dewey olmak üzere, birçok Batılı aktörün rapor haline getirerek sundukları projelerin ürünüdür.
Cumhuriyet’in kurucu felsefesi, Lozan’dan sonra oluşturmak istediği yeni seküler ulusçu toplumsal dönüşüm politikaları için değişik arayışlar içerisine girmiş, özellikle eğitim ve kültür politikalarıyla tabana yayma stratejisi izlemişti. İsimleri anılan Millet Mektepleri ve devamında gelen Halkevleri, şehirlerde yaşayan seçkin sınıflar arasında kısmi başarılar sağlamışsa bile bu başarı kırsal kesimi etkileyememişti.
Oysa o dönem şartlarında halkın %80’i köylerde yaşamakta idi. %80’in yeni ulus inşa sürecinin kapsama alanının dışında kalması, hem politik başarısızlık hem de yeni düzen karşısında bir tehdit unsuru olarak algılanmaktaydı.
Bunun yanı sıra %80’lik kırsal kesim nüfusu, özellikle yeni harflerin kabulü ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu sonrası kapatılan medreseler nedeniyle okur-yazarlık yeteneğini kaybetmiş bir duruma gelmişti. Dolayısıyla; kırsal kesime ulaşmanın birinci yolu, eğitim kanalını kullanarak kurucu felsefeyi halka benimsetmekti.
Kırsal kesime ulaşarak seküler bir toplum inşasının ikinci yolu olarak, tarım politikasının kullanılmasıydı. 1930’lu yıllarda dünya ölçeğinde baş gösteren ekonomik kriz, yeni yeni savaştan çıkmış bir Türkiye için de çekilmez bir hal almıştı. Dünyada sanayi alanında yaşanan devasa krizlere alternatif olarak tarıma dayalı ekonominin canlandırılması fikri, eş zamanlı olarak Türkiye’de de gelişmiş ve bir ‘Köycülük’ akımını beraberinde getirmişti. Bu yolda kazanılacak üretim başarısı da Köy Enstitüleri’nin ikinci hedefi olarak belirlenmişti.
Cumhuriyet döneminde eğitime yönelik ideolojik bakışın sembol isimlerinden ikisi Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’tur. Hasan Ali Yücel, yaşadığımız dünyayı bize tanıtan ve onun üstünde zekânın egemenliğini kurmaya imkân hazırlayan pozitif ilmin Batı medeniyetinin özünü teşkil ettiğini, bilimsiz dine ve felsefeye gidilemeyeceğini savunuyordu. Hasan Ali Yücel, akıl ve bilim yoluyla canlandırılacak bir Türk Hümanizmi’nin hayalini kuruyordu. Ancak onu radikal bir Batıcı olarak değil, ılımlı bir sentezci olarak değerlendirmek gerekir. Hasan Ali Yücel döneminde yayınlanmaya başlanan ve ağırlıklı olarak Batı Klasikleri’ni önceleyen tavır, zihnindeki ideolojik yapılanma ile ilgilidir.
Köy Enstitüleri modelinin düşünsel arka planını oluşturan ve uygulamalarında etkin rol oynayan İsmail Hakkı Tonguç ise, köyün canlandırılması, ezilen sınıflar ve münevverler arasındaki ayrılığa son verilmesi, köylünün hayata katılımının sağlanması, yeni bir insan tipinin yaratılması, iş ve hayat faaliyetlerinin birleştirilmesi ve cemiyetçi bir eğitimin oluşturulmasına çalışmıştır. Tonguç’a göre Köy Enstitüleri, “hoca öğretmen tipinin cumhuriyetçi veya devrimci öğretmen tipine dönüştürüldüğü” eğitim kurumları olacaktır. Bu kurumlardan çıkan öğretmenler de toplumu dönüştürecektir.
Kuşkusuz bu anlayışın arka planında devletin toplumun merkezinde dönüştürücü bir güç olarak rol oynadığı modernleşme projesi bulunmaktadır. Tonguç’un Köy Enstitüsü modeli, Blonski’nin “Politeknik Okulu” ve Makarenko’nun “Kolektif Üretim Okulu” modelini örnek alınarak sol-toplumcu bir yapıya bürünmüştür.
Köy Enstitüleri’nin en önemli özelliği üretim ilişkilerini değiştirerek yeni bir hafıza yaratmak olmuştur. Sadece köy çocuklarının eğitim gördüğü, şehir merkezlerinden uzak kırsal alanlarda kurulan Köy Enstitüleri’nde “iş içinde, iş yoluyla, iş için eğitim” anlayışı çerçevesinde yapılan eğitimle aynı zamanda üretim ilişkilerinin değiştirilmesi de amaçlanmıştır. Aslında bu amaç, bu okulların resmî amacı değildir. Bu amaç tamamen enstitüleri kuran ve yöneten kadronun amacı veya stratejisidir. Köy Enstitüleri’nin kurucusu İ. Hakkı Tonguç’un oğlu Engin Tonguç (1970), “Devrim Açısından Köy enstitüleri ve Tonguç” adlı yapıtında Köy Enstitüleri’nin bu sosyalizasyon rolünü doğrularcasına enstitülerin amacını şöyle telif etmiştir: “Köy Enstitüleri sistemi, başlı başına ne bir okuma-yazma kampanyası, ne de köy kalkınması problemi, ne de bir öğretmen yetiştirme çabası, ne bir okul yapma girişimi idi. Temel amacı bakımından, tarih şartlarının hazırladığı bir imkândan yararlanarak iktidara katılıp elde edilen yürütme gücü ile emekçi sınıfları bilinçlendirmek ve devrimsel süreci hızlandırmak için girişilmiş bir devrim stratejisi ve taktiği idi.”
Engin Tonguç’un ifadesiyle Köy Enstitüleri “bir devrim stratejisi ve taktiği” algısına maruz kalmıştır. Bu algı Köy Enstitülü öğretmenlerde büyük ölçüde etkisini göstermiştir. Kendilerini “enstitülü öğretmenler” olarak niteleyen bu kimseler, toplumu kültürel yönden değiştireceklerine inandırmışlardır (Uygun, 2003). Köy Enstitülü öğretmenler kendilerine belletilen kurgusallıkları yıllarca tekrarlamışlar ve ezberlerini her darbe veya askeri muhtıra döneminde tazeleme yoluna gitmişlerdir. Bu kurumların karma bir eğitime dayanması ilke olarak benimsenmiş ve bu durum oldukça önemsenmiştir.
Modern ulusal devletin, Osmanlı İmparatorluğu gibi, karma eğitim anlayışından uzak bir eğitim sistemini uygulayamayacağı belirtilmiştir. İ. Hakkı Tonguç 1940 yılında Köy Enstitüsü müdürlerine yazdığı bir mektupta, “Müesseselerimizdeki kız talebe işi, pek çok emeğinizi harcamanız lâzım gelen çok ciddî, önemli ve büyük bir mes’eledir. Kızları bir tarafa, erkekleri de diğer tarafa ayırarak müesseseyi iki kafes haline getirmek asla doğru değildir.” Diyerek karma eğitime verdiği önemi göstermiştir. Tonguç, mektubunun devamında bütün öğrencilerin, müzik aletlerinden en azından birini çalmayı ve şarkı söylemeyi öğrenmeleri gerektiğini ve bu doğrultuda da gerekenin yapılmasını ifade eder.
Belirlenen hedefler doğrultusunda, öncelikle ilköğretim sorununun tam anlamıyla çözüme kavuşturulması, on yıllık bir plana bağlanmıştı. Bu plana göre, 1956 yılına kadar çağdaş eğitimden geçmemiş tek bir birey kalmamış olacaktı. Köy Enstitüsü mezunlarından Mehmet Başaran’ın ifadesiyle, “Tüm köklü değişikliklerin gerçekleştirileceği bir ortam hazırlığıydı bu.” Böylece yeni devletin gereksinim duyduğu modern, laik ve ulusal birey tipinin yetiştirilmiş olması hedeflenmiştir.
Batılılaşmanın emin adımlarla sürdürülebilmesi ve bu projenin başarıya ulaşabilmesi için, nüfusun çoğunluğunun yaşadığı bu kesimlerin modernleştirilmesi kaçınılmaz olarak görülmüştür.
CHP, Kemalist ideolojiyi nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylülere taşıyacak ve onları rejimin çıkarları doğrultusunda dönüştürecek temel unsurlar olarak öğretmenleri görüyordu. Zira öğretmen demek köyde jandarmadan sonra devleti (dolayısıyla onunla özdeşleşen CHP’yi) temsil eden en yüce makam sahibi demekti. (Devam edecek...)
İdris Gökalp