Hayat bir var olma mücadelesidir. Bu var olma mücadelesi doğumla başlar, ölümle biter. Doğum ve ölüm noktaları arasında gerili duran hayat sarkacı insanoğlunun türlü cambazlıklar yaparak yürüdüğü inişli çıkışlı yolun adıdır. İnsanlık tarihi, hayatın bu kıvrımlı yollarında yürümeye çalışan nice topluluklar ve nice medeniyetler gördü bugüne kadar. Kimileri hedeflediği menzile varmasını bildi, kimileri ise yok olup gitti.
Her çağın kendine özgü şartları ve bu şartların doğurduğu sorunları vardır. Zorluklar da buradan başlar ve her zorluk bir mücadele duygusunu doğurur. İnsanoğlu bazen sabır, sebat ve azim ile bu zorlukların üstesinden gelebilmiştir; ama çoğu zaman da sorunlar ve zorluklar girdabında kaybolup gitmiştir.
Bugüne geldiğimizde, yığınla meselenin başucumuzda bizi de beklediğini görmekteyiz. Bir farkla ki, günümüz meseleleri önceki devirlere göre daha çetin ve daha çetrefilli. Zorluklarla baş edebilecek dirayetli ve sebatkâr insanların azlığı da buna eklenince, meselenin vahâmeti ve giriftliği daha da artmaktadır.
Evvela, günümüz insanı mutsuz ve huzursuz. Saadet kavramını bir türlü tadamamış. Hayat sürmeyi, bir tür nefes alıp vermek olarak algılıyor. Daha çok eğlenmek, daha çok yiyip içmek, daha çok gezip tozmak, daha çok, daha çok daha çok yaşamak… En büyük tutkusu. Tatmin olmuş yanı yok hiçbir zaman. Alabildiğine doyumsuz. Alabildiğine vurdumduymaz ve sorumsuz. Kanaatkâr hiç değil. Düşünmek desen o da yok. Hep aslî yanlarını, hayatî meselelerini günübirlik zevk ve eğlencelerle değiştirip örtbas etmenin peşinde. Kendinden, aslından, insanlığından kaçmakta ateşten kaçarcasına. Sormak, sorgulamak, düşünmek melekeleri dumura uğramış. Belli ki akıl ve kalp tutulması yaşıyor.
Can sıkıntısı çağımızın modası, daha doğrusu hastalığı haline gelmiş. Kırkını aşmış insanımız da “Canım sıkılıyor.” diye şikâyet ediyor, yedisine henüz girmiş ilköğretim çağındaki çocuğumuz da. Her yaşta ve başta bütün insanımız benzer hâlet-i ruhiye içinde. Yaşlar, başlar ve duygular birbirine karışmış bir hâlde. Çocuklar, gençler ve yetişkinler ayırt edilemez olmuş. Herkes birbirinden rol çalıp duruyor.
Her insan ve her düşünce içinde bulunduğu çağın ürünüdür aslında. Çağımız da kendine özgü bir insanlık tipi, bir düşünce biçimi dahası bir yaşam tarzı doğurdu. Farklılıkları yok sayan, kendi gözünden ve bakış açısından başka diğer bütün gözlere ve bakışlara kapalı, herkesin eşitlendiği bir yaşam tarzı bu. Kendi kurallarını dayatan, başka başka hayatlara yaşam hakkı tanımayan, geçmişten kopuk ve gelecekten habersiz, sade gününü gün eden, şimdiyi, bugünü düşünen bir yaşam tarzı. Sipariş edilmiş hayatlar vardır bu çağda. Zevkler ısmarlama, düşünceler ısmarlama, tipler ısmarlama.
Yabancı hayatların dilini ve düşüncesini sahiplenmiş durumdayız. Yabancı ve de yalancı… Öz yurtlarında üvey yaşayan paryalara döndük artık. Tarihin hiçbir devrinde olmadığımız kadar bu çağda yabancılaştık; bu çağda yabancılaştık dilimize, dinimize, kimliğimize ve kültürümüze. Enformasyon bombardımanına tutulan insanımız, gırtlağına kadar bilgi kirliliğine batmış durumda. Zihni, batılı düşüncenin çöplüğü olarak kullanılmakta. İnsanımız, mutlak bilgiyi, mutlak hakikatı nerede/nasıl bulacağını bilemez bir hâlde sunî ve sanal sis perdeleri arasında kaybolup gitmekte.
Bizim de yeni hayatlarımız var artık eskiye nostalji gözüyle bakan. Yaşam standartları yüksek modern toplumlar kurduk modern şehirlerde. Tabiatla ilgisini koparıp da beton mezarlara çevirdiğimiz modern şehirlerde hapsolmuş modern toplumlar. İnsanımız bu kentlerde bir çeşit mahpus hayatı yaşıyor. Dört duvar arasında sıkışıp kalmış, hayata demir parmaklıklar arasından bakan insanımız. Yalnızlaşmış, yabancılaşmış, milyonlarla gezip de hiçbirini tanımayan insanımız.
Dostlukların başka baharlara ertelendiği, komşuluk ve akrabalık gibi geleneksel bağların iyice zayıfladığı modern hayatlar günümüz insanını beton evlere, beton evlerin kapalı odalarına oradan da kendi iç dünyalarına, hayallerine kilitlemiş durumda. Gerçek hayattan kaçıp çılgın hayaller dünyasına sığınmakta. Kendisi hayaller kurarken başkası onun yerine yaşıyor. Sonunda hayatın dışında kalmış oluyor, sağlıksız, şuursuz, hayalet bir insan olup çıkıyor.
Modern insan bir kaçış yaşıyor şüphesiz. Her şeyden kaçıyor. Her şeye sırt dönmüş vaziyette. En başta kendinden kaçıyor, ailesinden, insanlardan kaçıyor, dinden(İslâm), hayattan kaçıyor. Hep sığınmacı bir ruh hali içinde. Kurtuluş arıyor gibi. “Çıkış yolu” bulmaya çalışıyor. Ruhundaki kasvetli havayı dağıtmak için hayallerine sığınıyor. Uzak ülkelerin ıssız adalarında, yüce dağların erişilmemiş zirve noktalarında, özgürce yaşamak istiyor. Hiç kimsenin gitmediği gidemeyeceği, el değmemiş, kirlenmemiş, bilinmeyen bir yerlerde yaşamak istiyor sessizce. Modern insan travmalar geçiriyor, lâkin bunun farkında değil; zihnî ve manevî çöküntüler içinde kıvranıp duruyor.
Medya ve İnsanımız
Modern dünyamızda kapalı kapılar arkasında yaşayan insanımız kendini iletişim araçlarına kaptırmış durumda. İstediği hayata bir türlü kavuşamayan modern insan, en üst perdeden ambalajlanmış hayaller ve ütopyalar dünyasına atıveriyor kendisini. Sonra da örümceğin korkunç ağına yakalanmış bir sinek gibi vızıldayıp duruyor. Sığındığı bu hayaller, kucağına düştüğü bu araçlar dertlerini asla dindirmiyor, bilakis misliyle arttırıyor; bununla da bitmiyor, türlü türlü dertler, türlü türlü marazlar baş gösteriyor. Yüzleri zaman zaman gülen, ama içleri hep kan ağlayan, hasta olduğunun farkında bile olmayan yeni insan türleri doğuyor. Mutsuz, umutsuz, hayata küskün ucube insan türleri.
Sabahları otobüs duraklarında bekleşen, istasyonlarda trenlere doluşan insanlara bakın bir. Selamsız sabahsız geçip giden, yanına yöresine öfke ve nefret dolu bakışlar fırlatan asık suratlı meyus insanlar görürsünüz sürekli. Sabahın ışıltılı yüzünü göremezsiniz yüzlerinde. Sevginin sıcak ve içten dokunuşlarını duyamazsınız yüreklerinde. Böğründe oturanları hiçe sayıp koltuğuna yayıldıkça yayılan, yarı açık gözlerle elindeki gazetenin magazin sayfalarını okumaya çalışan bu ruhsuz, nursuz, huzursuz ve ‘sinameki’ simalar medyayla kucak kucağa bulunan modern hayatların armağandır bize.
En mutlu ve en mutsuz anlarımızda bile yanı başımızda hiç eksik etmediğimiz kitle iletişim araçları bugün hayatımızı kuşatmış durumda. Bir ahtapot gibi bizi kolları arasına almış kıvrandırıyor. Günlük yaşamımızın vazgeçilmezlerinin en başında onlar geliyor. Onsuz edemiyoruz, onsuz bir hayat düşünemiyoruz. Yirmi dört saatin uykuya ayrılan bölümü hariç, diğer saatlerin neredeyse tamamında ya bir televizyon, ya bir gazete, ya bir internet ya da bir cep telefonu mutlaka yer alıyor. Bu yakınlık ve iç içelik hâliyle etkilenmeyi de beraberinde getiriyor. Çağımızın iletişim çağı olduğu söyleniyor. Doğrudur. Ama bu iletişim karşılıklı gerçekleşen bir haberleşme biçimi değildir. İletişim, iletme işinin karşılıklı yapıldığı bir iştir. Bugün bu böyle değildir. Tek taraflı ve yanlı bir iletim söz konusudur. Günümüzde sadece bazı güçlerin diğer toplulukları yalnızca haberdar ettiği gerçeğini görmezden gelemeyiz. Bilgiyi, teknolojiyi, gücü elinde bulunduran egemen sistemler, dünyayı korkunç bir enformasyon bombardımanına tabi tutarken asla kitlelerin hayrına bir iş yapmış olmuyorlar. Başkalarının hayrına diye bir yaklaşım içinde bulunmaları amaçları ve karakterleri gereği zaten muhaldir. Kamu yararını gözetmeleri sınırlı, izafî ve maksatlıdır. Her hâlükârda, iletişimi elinde bulunduran güç odakları yönlendirmeyi, zihinleri kodlamayı, dezenformasyonu, gerçekleri saptırmayı ve kurmaca hayatlar düzenlemeyi çok iyi biliyorlar.
Egemen güçler, elinde bulundurdukları kitle iletişim araçlarını bir silah gibi kullanmaktadır. Heidegger “Kamera, izleyiciye yöneltilmiş bir silahtır.” derken, Paul Virilio da aynı gerçeği “Silah çekmekle film çekmek aynı şeylerdir.” sözleriyle dile getirir. Kontrol gücünü elinde bulunduran egemen güçler, kamerayı, sinemayı, gazeteyi ve bütün medya organlarını manipülasyon aracı olarak kullanmaktadırlar. Her bir araç aynı gayeye matuf bir şekilde kullanılıyor. Haberler bütün dünyaya yayılırken asla tarafsız davranılmıyor. Filtrelenmeden,
kurgu ve senaryo imbiğinden geçirilmeden gerçeklerin bize kadar ulaşması mevcut şartlar içinde nerdeyse imkânsız gibi. Çünkü bilgi ağlarına sahip olan güçler, her zaman gerçeklerin saklı tutulmasından yanadırlar. Medya yoluyla insanlara yeni bir hayat sunan egemen sistemler, bunun en iyi, en doğru ve en güzel hayat olduğunu söylemeden de edemezler. Bu söylemler şiir, edebiyat, musıkî gibi güzel sanatların her türlü imkânlarından yararlanılarak dile getirilir ki dayatmanın, zorakiliğin, emrivâkiliğin doğuracağı reddedişler ve tepkiler daha baştan engellenmiş olsun. Dört duvar arasında mahkûm hayatı yaşayan modern birey, böylece medyanın sunduğu bu yeni ve ‘en’lerle dolu hayata bir an önce kavuşmak için kendini sanal alemin kucağına bırakmaktan başka yapacak bir şeyinin olmadığına inanmakta ya da inandırılmaktadır.
Televizyon, Çocuk ve Aile
Modern insanın dışarıyla irtibat kurduğu en önemli iletişim aracı (bugün için konuşacak olursak) hiç şüphesiz televizyondur. Televizyon, televizyondan ve “ışık kaynağından öte bir şeydir.” Televizyon günübirlik yaşayan insanımızın dur durak bilmez gevezeliğidir. Hayatımız bugün iletişim araçlarına göre özellikle de televizyona göre şekillenmiş gibidir. Yabancı girmesin diye sonuna kadar kapatılan kapıların arkasında hiç eksik edilmeyen ve asla susmayan bir yabancı vardır evlerimizin baş köşesinde. En mûtena ve en müstesna mekânlar ona tahsis edilmiştir evlerimizde. Bir de bakmışız, hayata tutunduğumuz tek dalımız, en büyük eğitim gördüğümüz biricik dadımız, kısaca her şeyimiz olmuş çıkmış televizyon.
Kitle iletişimin merkez üssü televizyondur. Televizyon, yalnızca diğer medyaların üssü değildir; aynı zamanda daha ince yollarla da kumanda merkezi rolünü üstlenen en etkin iletişim aracıdır. Televizyonun merkez üssü olması, diğer iletişim araçlarını kullanmamızı da beraberinde getirir. Hangi telefon markasını tercih edeceğimizi, hangi filmleri izleyeceğimizi, hangi kitap, gazete, dergi ve kasetleri alacağımızı, hangi radyo programlarını dinleyeceğimizi televizyon hatırlatır bize. Hatırlatırken ekonomik yönden sömürür de.
Ölümlerin ve hayatların birbirine ulandığı, mütemadiyen de böyle devam ettiği dünyamızda bütün şaşaasıyla hüküm süren televizyonun ilk ve en önemli hedefi ailedir. Eski yaşam tarzlarımızın en diri ve en dinamik ve en vazgeçilmez unsuru olan aile bu acımasız ve davetsiz misafirin gelişiyle çözülmeye başlamıştır ne yazık ki. Çözülmeler önce ebeveynler arasında baş göstermiştir. Sonra diğer aile fertlerine sıçramıştır. Televizyonun yarattığı depremden en çok etkilenen aile bireyi de maalesef çocuklar olmaktadır. Bilgi, kültür ve haber dolaşımı, özellikle çocukları bir şey üzerine çok şey değil, her şey üzerine pek az şey bilen varlıklara çevirmiştir. Çocuklar, insanlığın masum yüzüdürler. Çocuklar, bir toplumun geleceği, ümit kaynağıdırlar. En çok değer verdiğimiz ve en çok sevdiğimizi iddia ettiğimiz bu varlıklarımızı, şer odakların elinde bir silaha dönüşen medyanın tüketim malzemesi olmaktan kurtaramıyoruz.
Televizyon gibi ses ve görüntü aktaran araçlar insanda merak duygusunu yazılı medyaya nisbetle daha çok uyandırıyor. Neil Postman “Görüntünün abecesi yoktur.” der. Televizyon okunmaz, görülür, duyulur, içe damıtılır. Görüntüler akla değil, duygulara seslenir. Zihinsel gelişimini tamamlamamış çocuklarımız duygusal yönden sömürüleceklerdir. Bu sömürü, bir zaman sonra onların gencecik beyinlerini de ipotek edecektir.
Televizyon, hedef kitleye aynı enformasyonu iletir. Kitleyi, çocuk-yetişkin diye bir ayırıma tabi tutmaz. Çünkü televizyon, işlevini anlamayı sağlayacak bir eğitim gerektirmez. Çünkü televizyon, gerek zihinden, gerekse de davranışlardan karmaşı istemlerde bulunmaz. Çünkü televizyon, izleyicisini ayırıma tabi tutmaz. (Mustafa Ruhi Şirin, Televizyon, Çocuk ve Aile)
Ülkemizde çocukların televizyon ve diğer iletişim araçlarıyla tanışmaları hemen hemen doğar doğmaz gerçekleşmektedir. Bu tespitte mübalağa edilmiş sanılmasın. O anne babalar değil midir, mama yerken zorluk çıkartan çocuklarını, radyo ve televizyon gibi sesli-görüntülü araçlarla avutanlar? O anneler değil midir, bebelerini uyuturken şarkı türkü melodilerini ninni yerine dinletenler? Dolayısıyla modern insanın yalnızlaşma ve yabancılaşma serüveni daha bu körpe yaşlarda başlamaktadır.
Esasında doğum öncesinden yetişkinliğe kadarki süreçte çocuk yetiştirmenin en büyük mimarı annedir. İnsanın yaratılma gerekçesi, varlığın yaratılış bilgisini öğrenmektir. Varoluş konusunda çocuğa ilk hatırlatmayı yapan da annedir. Anne yalnızca çocuğu değil, geleceği de biçimlendirir. Medeniyet tasavvuru olan toplumlarda aile- anne- çocuk temel değerlerdir. Aile, medeniyetin inşa olduğu ilk oluşumdur. Anne ve baba inşa edendir. Anne ve baba çocuğu eğitirken gerçekte bir medeniyeti inşa etmektedir. Medeniyet geleneğimizde çocuk, Hak’tan gelen bir emanettir. Medeniyetimizin çocuk eğitimindeki önceliği ahlâk, irade, vicdan ve adalet duygusunun gelişimine dayanır ve çocuğu iki dünya anlayışına göre yetiştirmeyi amaçlar. Her anne baba, ailede bu şuurla davranmak mecburiyetindedir.
Medeniyet ve Çocuk Tasavvurumuz
Her medeniyet kendi çocuk kozasını örer. Böylece kendini yeniler. Medeniyetlerin çocuk konusunda birleştiği nokta en iyinin önce çocuklara ait olduğu yaklaşımıdır. Medeniyetimizin dayandığı çocuk anlayışının temeli ise ahlâk eğitimidir. Medeniyetimize göre çocuğun, ilâhî mimarisine uygun eğitilmesi gerekir. Sezai Karakoç, medeniyetimizi erdem, iyilik, güzellik, doğruluk, mutlak hakikat, mutlak güzellik üzerine yenilememizi öneriyor. “Önce bir medeniyet atılımı yapmak, yeni baştan kendimizi tanımak ve bunun etrafında yeni bir terkiple, yeni bir yorumla ortaya çıkmak ve çağrıda bulunmak.” gerekiyor. Önerdiği, fikirde ve ruhta medeniyetin yeniden tazelenmesi hareketidir. “Biz de düştük; ama bu bir daha ayağa kalkmayacağız anlamına gelmez. Çok daha güçlü bir şekilde ayağa kalkmanın fırsatı doğmuştur. Önümüzde iki yol ağzı vardır: Birisi, bizi kurtuluşa, gelişmeye, büyümeye, ilerlemeye götürecektir. Birisi de tamamen parçalanıp toz haline gelmeye. Medeniyet atılımının temeli, ahlâkta ve maneviyatta olduğu gibi diriliştir… İslâm medeniyeti diyorsak bir hakikat medeniyetidir ve insanlık medeniyetidir. Tabiî ki bu medeniyet atılımının hedefi, amacı bütün insanlık olacaktır.“ (Çıkış Yolu I., s. 89-98-115) Bu atılım ilk olarak çocukla başlamalıdır. Bunun için de çocuk merkezli medeniyet projelerine ihtiyacımız vardır.
Yaşadığımız dünyada medeniyet fikriyle çocuk yetiştirme anlayışımız büyük ölçüde devre dışı kalmıştır. Çocuk, doğasını yansıtmayan eksik, temelsiz ve bilinçsiz eğitim çalışmalarının oyuncağı olmaktan kurtarılmadıkça medeniyetimizin çocuk yetiştirme iddiasını sürdürmesi imkânsızdır. Bilge şair Sezai Karakoç, “Çocuklara mahsus, çocuklara ait, çocuklara dair göz ağrısı ile” çocuğu anlamaya çalışmamız gerektiğini hatırlatıyor. Ve ancak o zaman “ Hepimizin çocuğu geri dönecektir.” İnsanı anlamak çocuğu anlamaktan geçiyor şaire göre. “Bir insanı al, onu çöz çöz çocuk olsun.” Çocukta buluşmak en büyük görevimizdir. Çocukta buluşmak demek, toplumu, aileyi çocuk üzerinde düşünmeye sevk etmek demektir. Hayatın öznesi olarak çocuğu öncelemek demektir. Esefle belirtmek gerekir ki şu an medeniyet merkezli bir çocuk projemiz yoktur.
Sonuç Olarak
Hayatın bir mücadele olduğunu söyleyerek başlamıştık mülâhazamıza. Ve her çağın kendine özgü sorunlarının/zorluklarının olduğunu ilave etmiştik devam eden cümlelerimizde. Sorunlar çözmek içindir, zorluklar baş etmek için. Yığınla meselenin bizi bekliyor olması gözümüzü korkutmamalı. Medyanın azgın saldırıları bizi yıldırmamalı, sindirmemeli. Batı’nın hegemonyası karşısında kaç yüzyıldır çaresiz kaldıysak bu hep böyle gidecek anlamına gelmez kuşkusuz. Ümmet olarak zillet derekesine düşmüşlüğümüz sırf kendi ellerimizle ettiklerimizin bir neticesidir. Bu hayat, bir mü’minin kaderi olamaz asla. Makûs gidişat bir gün son bulacaktır. Ümitvar olmak lazım. Ümitvar olmak için çok sebebimiz var çünkü. İmanımız umut demek değil midir?
Medya kötülük saçıyor. Dilimizi, dinimizi, kimliğimizi bozarak zihinlerimize Batılı hayat tarzını enjekte ediyor. Ruhları alınmış yeni bir dil, yeni bir din ve yeni bir kimlik var etmeye çalışıyor. Batı bizi, nereden vurduysa biz de oradan başlayacağız mücadelemize. Başta tasavvurlarımızı düzelteceğiz. Düşüncelerimizi gözden geçireceğiz. Dilimizi temizleyeceğiz. Kalplerimizi kirlerinden arındıracağız. Kitaba sarılacağız. Vahyin kılavuzluğunda yürüyen peygamberlerin ayak izlerine basa basa ilerleyeceğiz. Gerçek bir medeniyet olan ailelerimizi inşâ edeceğiz. Tüm aile fertlerimizle “Gerçek bir mirâç olan namazın kesin ve ödün vermeyen saflarından geçeceğiz.” Yarınların teminatı olan çocuklarımızı eğiteceğiz bu medeniyet beşiklerinde. Ve sonra baharlar gelecek, güller patlayacak tomurcuklarında. İşte o zaman şafak yakındır. Kalkacak ve yürüyeceğiz…
İsmail Ekrem