Hayatın iniş-çıkışları, ruhumuzun iniş-çıkışlarının dünyamıza aksetmesidir. Bu hali en iyi Ramazan'da ve Bayramlarda yaşarız. Ruhumuz Ramazan'la yücelere erişti ve şimdi yücelerden bir kutlu kutlamayla yere, gerçeğe, hayatın acı taraflarına inişe...
Giriş
Bu metin Müslümanların adalet ile olan ilişkisini irdelemek adına kaleme alınmıştır. Adalet kavramı hayatın birçok alanına ilişkin değerlendirilebilir. Bu yazının, söz konusu kavramı bütüncül değerlendiremeyeceği açıktır. Bu nedenle “adalet” kavramı, yazıda hukuk sistemi bağlamından ziyade İslâmi sorumlulukların yerine getirilmesinde gösterilmesi gereken titizlik ve tutarlılık anlamında ele alınacaktır.
İslâmi Hareketin Amacı Sürdürülebilir Bir İslâm Toplumu Oluşturmaktır
Tarihin her döneminde İslâmi camiaların temel amacı ahlâki, toplumsal, siyasi vb. alanlarda İslâm'ın vaaz ettiği düşünülen -ki bu durum İslâm'ı anlama biçimi ile doğrudan ilgilidir- ilkeler ışığında fert, toplum ve sistem oluşturmaktır. Camiaların yaptığı faaliyetlerin başarısı, oluşturulan veya oluşmasına katkı sunulan fert tipolojisi ile doğrudan ilişkilidir. Oluşturulmak istenen fert tipolojisinin nasıl olması gerektiği de doğal olarak hedeflenen ahlâki, toplumsal ve/veya siyasi hedeflerle doğru orantılıdır.
Çağdaş İslâm düşüncesi anlamında İslâmcılığın ve onun iddia ve ilkelerinin pratiğe aktarılmasının mekanizması şeklinde tanımlayabileceğimiz “İslâmi hareket”in amacı da İslâm'ın gerek ferdî gerek siyasi alandaki iddia ve ilkelerinin modern dünyanın en belirgin vasfı olan “sistematiklik”, “örgütlülük” ve bunlara bağlı olarak “sürdürülebilirlik” çerçevesinde ortaya konmasıdır. Bu yaklaşım bir tercihten öte, dönemsel bir zorunluluk kabul edilmelidir. Seyyid Kutub'un tespiti ile söyleyecek olursak İslâm dışı uygulamaların/ cahiliyenin hiç olmadığı kadar organik/örgütlü olması, çağdaş İslâm düşüncesinin de hem bu ortamda ayakta kalabilmek ve hem de bunun ötesinde yerel ve küresel anlamda bir “umut” olabilmek için toplumsal anlamda “sistematik ve örgütlü” bir form oluşturmayı zorunlu kılmıştır. Her ne kadar bu durumun (sistematik ve sürdürülebilen örgütlülük) ne denli başarıldığı soru işaretleri barındırsa da mevcut durumda büyük bir potansiyelin varlığı tartışılmazdır.
İslâmi hareketlerin “sistematik ve sürdürülebilen örgütlülük” iddiası aynı zamanda modern dönemlerde eksikliği hissedilen ve anlaşılan o ki bundan sonra da oluşması pek mümkün olmayan bireysel “müçtehitlik” vasfının kolektif bir mekanizma eliyle sürdürülmesini de teoride olanaklı kılmaktadır. Müçtehitlik vasfı nedeniyle İslâmi hareket güncel meselelere yönelik Müslümanların pozisyonlarını belirleyecekleri bilgiyi üretmekle sorumludur. Bu durum sadece ve özellikle ibadi-fıkhi alan ile sınırlandırılamayacak kadar geniş bir alanı kapsamalıdır.
“Tevhit”, “adalet” ve “özgürlük” kavramları İslâmi hareketin gerek bireysel ve toplumsal alandaki pozisyonunu gerekse de yerel ve küresel sistemlere karşı pozisyonunu belirlemede merkezi bir önem arz etmektedir. Burada İslâmi harekete düşen sorumluluk teoriden pratiğe, uzun dönem stratejilerinden taktiksel alanlara, ibadi ve ahlâki alanlardan siyasi alana uzanan bir yelpazede kolektif müçtehitlik vasfını kullanarak Müslümanların pozisyon alışlarına referans olmaktır. Ancak bu kapsamda ortaya konan başarı tartışmaya açık bir konudur. Görünen o ki İslâmi hareket, özellikle kritik dönemlerde sorunlarla yüzleşme/baş etme yeteneği ve takipçilerine/muhataplarına doğru ve istikrarlı bir yol gösterici olma vasfı konusunda oldukça zayıf kalmıştır.
Zayıflıklar Sapmaları Kaçınılmaz Kılıyor
Bu zayıflık hareketin kullandığı dilden merkeze aldığı çalışma alanına, teori ve pratik anlamda üretilen değerlerden idealize edilen fert ve toplum formlarına kadar her alanda kendini göstermektedir. Türkiye özelinde İslâmi hareket, faaliyet alanı ve yöntem hususunda sivil toplumculuk, söylem ve eylemde muhafazakârlaşma /sağ(cı)laşma, oluşumuna katkı sağlanan fert anlamında ise risk ve sorumluluk almaktan uzak çarpık bir gönüllülük gibi sapma riskleriyle karşı karşıya kalmıştır.
İslâmi hareketin Türkiye'de karşı karşıya bulunduğu en önemli risk alanlarından biri ise adaletle olan ilişkisidir. İslâmi harekette adalet anlayışının sağlıklı değerlendirilmemesi, bahsi geçen “kullanılan dilden merkeze aldığı çalışma alanına, teori ve pratik anlamda üretilen değerlerden idealize edilen fert ve toplum formlarına” kadar her alanda çeşitli zaaf ve sapmalar şeklinde gün yüzüne çıkabilmektedir.
Bir İstismar Alanı Olarak İnsani Yardım Çalışmaları
Bu zaaf ve sapmaların en önemlisi hareketin kendisi için tanımladığı merkezi çalışma alanın tespitinde görülür. Son dönemlerde İslâmi hareketin en başat faaliyet alanının sivil toplum çalışmalarının en meşhur ve yaygın alanı olan insani yardım çalışmaları olduğu açıkça görülmektedir. Müslümanların zayıf bırakılmışlara yardım eli uzatmasının bir sapma olarak değerlendirilemeyeceği tartışmasız bir gerçektir. Ancak insani yardım çalışmalarının İslâmi hareketin genel perspektifi içerisinde bir alan olmaktan çıkıp merkezi veya yegâne çalışma alanı olarak belirlenmesi ve insani yardım hususunu gerekli kılan yerel ve/veya küresel faillerin daha da öte sistemlerin tartışma dışı bırakılarak bu işlerin yapılması mutlak anlamda bir sapma olarak değerlendirilmelidir.
Küresel çapta gıda, eğitim, sağlık ve güvenlik gibi alanlarda yaşanan krizlerin çözümüne yönelik herhangi bir teorik veya pratik çözüm ortaya kon(a)mamaktadır. Hatta bunu sağlayacak bir düşünsel iklimin bile oluşmasına imkân tanınmamaktadır. Küresel ve yerel anlamda krizler, tıpkı batılıların yaptığı gibi, Müslümanlar eliyle nesneleştirilmektedir. Küresel/yerel krizlerin kaynağının tespiti kabaca yapılsa da -ki bu kaynağı görebilmek için pek de öğle profesyonelliğe ihtiyaç yoktur- sorunun ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmaların “yetersiz”in de ötesinde olduğu görülüyor.
Yerel bazda işsizlikten çocuk işçiliğine, asgari ücretten çalışma koşullarına, gelir dağılımındaki adaletsizlikten yoksulluğun inkârına kadar bir dizi soruna ilgi duymayan, çözümü adına bir pozisyon sahibi olmayanların “yoksula verme” edebiyatı yapmaları ne adaletle ne de ahlâkla açıklanabilir. Aynı şekilde küresel anlamda da yoksullaştırmadan köleleştirmeye, sömürüden katliama birçok alanda ortada bulunan ve doğrudan kapitalizm ile ilgili alanlara dair devrimci bir karşı duruş üretememek hareketin sadece ama sadece günübirlik insani yardım çalışmaları ile yetinmesine sebep olabilmektedir.
Sorunun kaynağı ile hesaplaşma bilgelik ve cesaretine sahip olunmayınca geriye krizi fırsata dönüştüren bir insani yardım olgusu ortaya çıkmakta ve ne yazık ki bunu asli vazife gibi gören sapmalar ortaya çıkabilmektedir. Krizin fırsata dönüştürülmesi ifadesi ağır ve tahrik edici görünse de sorunları ortaya çıkaran sistemi anlama, reddetme ve aşma gerekliliğine inanmadan veya bu kapasiteye sahip olunmadan yapılan insani yardım çalışmaları kabaca üç resim ortaya çıkarıyor:
1) Yoksulluğun ve Mağdurluğun Nesneleşmesi
Yardım mantığının ve çalışmalarının teorik çerçevesi doğru tanımlanmadığından, sorunun kaynağı ile hesaplaşılmadan, kabaca ayni ve nakdi değerin ulaştırılmasında aracılık etmekten ibaret olan yardım çalışmalarının sorunu çözmek hatta az da olsa geriletmek gibi bir başarı göster(e)memesi ve bunun yanında çalışmalara büyük oranda hakim olan ajitasyon dili, yoksulluğun ve mağdurluğun hem kamuoyu hem de İslâmi çevreler nezdinde nesneleşmesini, normalleşmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Yardım kavramı konjonktüre, siyasi egemenlerin değerlendirme/yönlendirmelerine ve doğal olarak da iznine bağlı şekillenebilmekte, insani yardım örgütleri daha fazla yardım toplayabilecekleri alanlara öncelik vermeye odaklanmaktadır.
Ayrıca en temel ihtiyaç olan hukuki yardım konusunda ise özellikle ülkemizde kayda değer hiçbir çalışmanın olmadığını da ayrıca ifade etmek gerekmektedir. Özellikle hukuksuz adli süreçlere ilişkin hukuki yardım ihmal edilmiş, çoğu mağdur için ulaşılamaz bir duruma gelinmiştir.
2) Krizin Müsebbibi Olan Sistemler İçin Kriz Nedeniyle Oluşabilecek Sinir Uçlarının Törpülenmesi
Yapılan çalışmalar sorunun kaynağını yok etmek odaklı olmadığından “sorunları” daha “katlanılabilir” bir forma sokmakta, muhatapların “direniş” yerine “pasif sabrı” merkeze almalarını sağlamakta ve bu da sistemin mevcut hâli ile devamını kolaylaştırmaktadır. Bu durum insani yardım çalışmalarının yoksullaştırılmış, mazlumlaştırılmış toplumların gazını alan bir pozisyona düşmesinde ve müstekbirler nezdinde sorunların giderek daha baş edilebilir bir vasfa büründürülmesine katkı sağlamaktadır.
3) “Sosyal Yolsuzluk”
Sosyal yolsuzluk, kişi ve yapıların bilgi ve/veya örgütlülük başarılarından bağımsız, sırf yardım çalışmaları nedeniyle toplum ve siyaset içerisinde yersiz ve haksız bir değer kazanmasıdır.
Adaleti Titizlikle Ayakta Tutma Sorumluluğu
İslâmi hareketin yukarıda bahsedilen “sorunların temelini ıskalama” talihsizliği doğal olarak hareketin asli vazifelerinden olan “adaleti titizlikle ayakta tutmak” sorumluluğunun ıskalanmasını da beraberinde getirmektedir. İslâmi hareketin ne yerel ne de küresel anlamda tanımlanabilir, örgütlenebilir ve sürdürülebilir bir adalet anlayışı/söylemi bulunmamaktadır. Bu nedenle de karşılaşılan sorunlara ilişkin alınan pozisyonlar veya verilen tepkiler olması gerekenin çok uzağında olmaktadır. Mesela tavır konması gereken bir sorun eğer yerel bir sürecin parçası değilse çoğunlukla duygusal, kontrolsüz ve herhangi bir uygulanabilir talep içermeyen bir tarz ile ilgisiz/umursamaz bir alan yelpazesinde yaklaşımlar görülebilmektedir. Ancak sorun yerel bir sürecin parçası ise bu defa işin içine hesap, partizanlık/mezhepçilik/ meşrepçilik, yer yer ilgisizlik veya bananecilik tarzı tavırlar görülebilmektedir.
İslâm'ın yeryüzünde egemen olma idealini de içeren “adaleti titizlikle ayakta tutmak”, temelde dünyada vahiy kaynaklı ve adalet merkezli bir toplum/siyasal sistem oluşturmaktır. Vahiy kaynaklı ve adalet merkezli toplumun/siyasetin en önemli özelliği adaletin bireysel ve kişisel bir olgu olmaktan çıkartılıp mümkün olduğunca kurumsal, sürdürülebilir bir anlayışın/mekanizmanın oluşturulmasıdır. Bu kapsamda Kur’ân'da geçen adalet ve adil olma emirleri bu amacın gerçekleştirilmesine yani sistematik ve sürdürülebilir bir adalet sistemi kurmaya yönelik olarak anlaşılabilir.
Mevcut durum “adaleti titizlikle ayakta tutmak” sorumluluğunun ıskalanmasını ya da en azından olması gerektiği gibi sağlıklı, tutarlı ve sürdürülebilir bir mekanizmaya dönüştürülemediğini göstermektedir. Bahsedilen mekanizmayı üretememek hareketin en zayıf yanını oluşturduğu gibi buna karşılık bu mekanizmayı üretmek ise elzem önceliktir. Bu mekanizmayı oluşturan temel kavramların “adaletin, adil olmanın, şahitliğin vb.” neyi ifade ettiği teorik ve ilmi bilgi anlamında literatürde mevcuttur. Anlaşılan o ki eksik olan, hareketin elindeki bilgi ve kaynakları nasıl değerlendireceğini belirleyen süreçlerdeki sapmalardır.
Bu sapmaların en önemlilerinden biri de İslâmi hareketin aşmak için on yıllar boyunca uğraştığı muhafazakârlaşma ve milliyetçi-mukaddesatçı geleneğin günümüzdeki temsilcisi konumunda olan “sağ(cı)laşmak”tır. Sağ(cı)laşmak, İslâm'ın “tevhit-adalet-özgürlük” şiarı yerine kendisi için “mukaddesatçılık-korumacılık-bağımlılığı” merkez alır. Burada mukaddesatçılık müesses nizamın kutsalını, korumacılık statükoculuğu, bağımlılık ise hem siyasete/hükumete bağımlılığı hem de toplumsal refleks olarak sürü psikolojisini ifade etmektedir. Modern ulus devlet, toplum değerlerini nesneleştirerek kendi meşruiyet zemininde kullanışlı hâle getirir. İslâmi camiaların sağ(cı)laşması da ulus devlet elinde nesneleşmeyi, ehlileşmeyi! kabul etmesi ve en temel inkılapçı vasıflarından, İslâm toplumu idealinden vazgeçmesi anlamına gelir. Bu da İslâmi hareketin giderek daha fazla etkisizleşmesine, silikleşmesine sebep olacaktır. Bu anlayış hareket içerisinde yayıldıkça İslâmi hareketin Kur’ân'ın ve sünnetin ışığında adil bir toplum oluşturma ideali için yerel ve küresel odaklara karşı pozisyonunu sağlıklı oluşturması mümkün olmayacaktır.
Son Söz
Özetle şu söylenebilir: İslâm, tek tek ve/veya dönemsel olarak karşılaşılabilecek yani konjonktürel olan “adaletin” kurumsallaşmış ifadesidir. İslâm, tarihin herhangi bir zamanında veya herhangi bir yönetici eliyle ortaya çıkan ve sürekliliği olmayan bir adalet olgusunun sistematikleşmiş “mutlak” bir formudur. Modern dünya üretilen yapay refah ve düzen söylemlerine rağmen İslâm'ın adaletine olan ihtiyacını her geçen gün daha fazla hissetmektedir. Ancak tüm insanlıktan önce İslâmi hareketin bunun yeniden farkına varması, İslâm'ın insanlar için mutlak bir umut olduğunu hem söylemleri hem de üretim ve eylemleriyle insanlığa sunması gerekmektedir. Geçici ve yapay kazanımlar yerine uzun vadeli ve hak edilmiş değerler üretmek, mış gibi yapmadan mazlumun yanında zalimin karşısında olmak vazife edinilmelidir.
Tüm bunların yapılıp yapılamayacağı sorusuna karşılık şunları söylemekle yetinelim: İslâmi hareket, mensuplarının yetenek, ideal ve potansiyellerinin tek tek toplamından fazlasıdır. Bunun yanında hem 1400 yıllık kadim bir geleneğe ve 200 yıllık bir direniş tecrübesi ile muazzam bir potansiyele sahiptir. Bu nedenle İslâmi hareket bunu başarmaya muktedirdir. Ancak tüm bunlara rağmen İslâmi hareket dünyaya tevhit-adalet-özgürlük konusunda bir şey sunamayacaksa varlık sebebini kaybetmiş olacaktır.
“Hayır, Allah'ın nizamı onların sandığı gibi değildir! Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, biz onların yerine kendilerinden daha hayırlı insanlar getirmeye kadiriz. Bizim elimizden kurtulan, gücümüzün yetmediği hiçbir şey yoktur.” (Mearic, 70/40-41)
Erdem Akkoç