Fıtrat üzere yaşayanlara, insanlığını muhafaza edenlere ve tüm Müslümanlara çağrımdır! - Adaleti koruyunuz. Adalete zulüm bulaştırmayınız. Adil insanların adaletine sahip çıkınız. - Zalimlere meyletmeyiniz. Zulme karşı çıkınız, zalimler içinden...
İnceden inceye örgülenmiş, her ciheti tam bir denge üzere gerçekleştirilmiş bir sanat eseri gördüğümüzde önce bir şaşkınlık yaşardık, sonra hayretler ederdik ve hayran olurduk. Kalbimizde derin bir ürperti oluşurdu. Evren her noktasıyla zirve boyutlarında bir sanat harikasıydı. Her varlık kendi yapısı ile muhteşem bir sanat eseriydi.
Gökyüzü dehşetengiz bir güzellik arz ediyordu. Yeryüzü güzellikte zirve boyutlarındaydı. İnsan böylesi sanat harikası bir alemin içindeydi. Kendi varlığı, bütün varlıklar güzeller güzeliydi. Tam bir güzellikler alemiydi.
İnsanın bu güzellikler ortamında kalbi güzelliklerle donanırdı, dolardı. O artık hep güzel bakışların, güzel düşünüşlerin ve olabildiğince güzel yaşayışların insanı olurdu.
Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselâm bir sefer dönüşü Medine'ye yaklaşıyordu. Şerefli arkadaşlarının derlenip toparlanmalarını, üzerlerine çekidüzen vermelerini beyan buyuruyor ve bu beyanında ilginç bir manayı dile getiriyordu. Onun şerefli arkadaşlarından İbnü'l-Hanzaliyye o manaya hayran kalmıştı. O manayı hemen arşivine koymuş, daha sonra gelecek olan nesillere aktarmak istemişti.
Resul-i Ekrem Efendimiz “Sizler kardeşlerinizin yanına varacaksınız. Binek hayvanlarınızı düzene koyun, elbiselerinize çekidüzen verin ki insanlar arasında yüzdeki güzellik timsali ben gibi olun. Çünkü Allah çirkin görünüşü ve kötü sözü sevmez.”1 buyuruyor.
İbnü'l-Hanzaliyye'nin dikkatini çeken “İnsanlar arasında yüzdeki güzellik timsali ben gibi olun.” ifadesiydi. Bu mana onun kalbine bir seher yeli gibi geri vermişti. İnsan varlıklar âleminde biricik varlıktı. Güzeller güzeli bir varlıktı. Hem manasıyla hem maddesiyle güzeller güzeliydi. İnsan en güzel kıvamda yaratılmış bir varlıktı. Eşref-i mahlûkattı. İnsan bu güzelliğini korumalıydı. Bu güzelliğinin farkında olmalıydı. Bu özelliğine ilişkin büyük bir duyarlılık içre olmalıydı. Rahman-ı Rahim'in güzeller güzeli olarak yarattığı insan, asla gelişigüzel olmamalıydı. Ruhuna, bedenine bakım noktasında büyük bir zerafet içre olması gerekiyordu.
Ruhu inceliklere vasıl olmuş olanlar son derece duyarlı olurlardı. Kâinat denilen güzelliğe uyum sağlayan bir hassasiyet içinde olurlardı. Âlemlere rahmet olan Efendimiz uyarıyordu, öyle bir tablo ortaya koyuyordu ki, insanı hayretlere düşürüyordu. Güzel bir insanın yüzünde bir nakış misali ben olurdu. O ben ona daha bir güzellik katardı. Mümin davranışlarıyla, hareketleriyle, sözleriyle ve hayatıyla yüzdeki ben gibi bir güzellik içre olacaktı. Gönüllere sürur verecekti, huzur ve güven verecekti.
Peygamber Efendimiz dikkatleri özenle ruhun gelişimine çekiyordu. Asıl olan ruhun gelişimiydi, ruhun enginliğiydi. Ama bu bedensel boyutun ihmal edilmesi anlamına gelmiyordu. Her şeyin hakkını vermek gerekiyordu. Yerli yerinde hareket etmek gerekiyordu.
Resul-i Ekrem Efendimiz, misvağını, tarağını yanından eksik etmezdi. Diş temizliği konusuna ileri boyutta özen gösterirler ve ümmetini uyarırlardı. Yatarken, kalkarken, abdest alırken ve her namaz sonrasında dişlerin temizlenmesini tavsiye ederlerdi.
Rahman-ı Rahim bütün nimetlerini bir güzellik içinde sunuyordu. Yediğimiz bütün nimetlerde muhteşem bir görsel güzellik vardı. Ama iş sadece görsel güzellikten ibaret değildi. Her nimetin belirgin üç özelliği hemen dikkatimizi çekiyordu.
Önce görsel güzelliği etkindi.
Sonra nimeti yemek için ağzımıza alıyorduk ve hayretler içinde kalıyorduk. Zira ileri derecede bir lezzetle iç içeydik.
Bu güzelim nimet en sonunda bedende bir enerji oluyordu. Bedene gıda oluyordu.
Birincisi güzelliğiydi.
İkincisi lezzetiydi.
Üçüncüsü gıda oluşuydu, enerji oluşuydu.
Her şey güzeldi. İnsan bu güzellikler içinde var edilmişti. Ama insan en güzeldi, güzeller güzeliydi. Ona düşen güzelliğine gölge düşürmemesiydi.
Peygamber Efendimiz bize Rahman-ı Rahim'i anlatıyordu: “Allah çirkin görünüşü ve kötü sözü sevmez.” buyuruyordu.
Rabb-i Rahim'e güzel bir kul olmak var oluşumuzdu. Bu kulluğumuzu onun emrettiğini, Peygamber Efendimizin örnekliğiyle gerçekleştiriyorduk.
Bir sefer sonrasıydı. Bir grup esir getiriliyordu. Esirler içinde çocuğunu arayan bir kadın vardı. Kadın çocuğunu bulmak için sağa sola koşuyordu. Bir çocuğa rastlarsa hemen alıyor ve bağrına basıyordu ve emzirmeye çalışıyordu. Çocuğunu kaybetmiş anne nasıl da savrula savrula yavrusunu arıyordu. Bu manzara oradakilerin dikkatini çekiyordu. Manzarayı hâliyle Peygamber Efendimiz de görüyordu.
Şerefli arkadaşlarına sesleniyordu: “Bu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz?” diye soruyordu. Sahabe-i kiram hayır diye cevaplıyorlardı. Peygamber Efendimiz asıl manayı beyan ediyordu: “İşte Allah kullarına karşı, bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir.” buyuruyordu.2
O Rahman'dı. Rahim'di. Gaffar'dı. Settar'dı. Kerim'di. Halim'di. Tevvab'dı. Kayyum'du. El-Vedud'du El-Vehhab'dı. Er-Rezzak'tı. El-Münir'di. El-Latif'ti. El-Müheymin'di. El-Mü'min'di. El-Rauf'tu. Es-Samet'ti. Es-Selâm'dı…
Anne evladını ateşe atabilir miydi?
Anne evladını ateşe atmayı aklından hiç geçirir miydi?
Bütün insanlık toplansındı. Bir anneyi evladını ateşe atmaya zorlasınlardı. Annenin üzerine üzerine yürüsünlerdi. Anne ölürdü de evladının ateşe atılmasına yol vermezdi. Kendini olaki ateşlere atabilirdi ama asla evladını ateşlere atmazdı, atamazdı. Bu bir anne kalbiydi.
Rahman-ı Rahim'in annenin kalbine koyduğu sevgiydi, şefkatti, merhametti. Rabb-i Rahim'in koyduğu zerre kadar bir sevgiydi, bir şefkat ve merhametti.
Hazreti Ömer Efendimiz'in oğlu Abdullah (ra) anlatıyor:
“Askerî seferlerinden birinde biz de Allah'ın Resulü ile beraberdik. (Kumandası altındaki ordu ile sefer hâlinde iken) Allah'ın Resulü bir toplulukla karşılaştı. Onlara: “Bu topluluk kimlerdendir?” diye sordu. “Biz Müslümanlarız.” cevabını verdiler.
Bu sırada yanında çocuğu olan bir kadın ocağında ateş yakıyordu. Ocağın ateşi iyice alevlenince çocuğu ile geri çekildi. Allah'ın Resul'üne geldi ve şöyle sormaya başladı:
- Sen Allah'ın peygamberi misin?
- Evet, Allah'ın peygamberiyim.
-Anam babam sana feda olsun. Gerçekten Allah merhamet edicilerin en merhametlisi midir?
-Evet. (En merhametlisidir.)
-Allah'ın kullarına merhameti ananın çocuğuna merhametinden daha fazla mıdır?
-Evet, (Daha fazladır.)
-İyi ama (Ya Resulallah) anne çocuğunu ateşe atmaz, atamaz (Allah kullarını cehenneme nasıl atacak?) (Kadıncağızın bu sözlerin üzerine) Allah'ın Resulü ağlayarak kapanırcasına yere çöktü. Bir süre sonra kadına doğru başını kaldırdı ve şöyle buyurdu:
-Allah kullarından ancak ileri derecede azgın olan, kendisine isyan etmekte alabildiğine direten ve de “la ilahe illallah” demekten kaçınan kullarını azaplandıracaktır.3
İleri derecede azgındı. Gökyüzüne bakıyordu, anlamsızlığına hükmediyordu. Yeryüzüne bakıyordu manasızlığını hükmediyordu. Hayatın akışına bakıyordu, saçmalığına hükmediyordu. Kendi hayatına bakıyordu, anlamsızlık ve bunalımdan başka bir şey görmüyordu.
Bütün bir evreni anlamsızlığa yorumluyordu. Sonra da azgınlaşıyordu. Böyle bir bakışın sonunda böyle bir sonucun çıkması kadar doğal ne olabilirdi.
Bir bilge öyle diyordu: “Allah yoksa her şey mubahtı, her şey serbesti.” İnsan her şeyi yapabilirdi onu dizginleyecek onu ölçülü davranmaya yöneltecek bir şey yoksa niye ölçülü davransındı. O zaman azgınlaşma başlıyordu.
Oysa gökyüzü muhteşem bir sanat eseriydi. Gökyüzü inceden inceye örgülenmiş incelikli bir âlemdi. Gökyüzü cisimlerinin her biri bir görev yapıyordu.
İşlevsiz, anlamsız hiçbir şey yoktu. Aynen bedenimiz gibiydi. Bedenimiz muhteşem bir yapıya sahipti. Her organımız yerli yerindeydi ve her biri kendine verilen görevi dakik bir şekilde yerine getiriyordu.
Yeryüzü öyleydi. Her varlık bir işlev hâlindeydi ve yerli yerindeydi. Bütün bir evren böyleydi. Her şey anlamlılığı haykırıyordu. Boş ve anlamsız hiçbir şey yoktu. Bütün varlıkların yapısı harika bir sanattı ve o büyük sanatçıyı dile getiriyordu, ona işaret ediyordu.
Ama insan tersinden bakarsa, bakışı anlamsızlık içre olursa, kendi iç dünyası kapkaraysa, varlıklara da öyle bakıyordu. İnsan içindeki duyuş ve düşünüşlere göre bakıyordu. Varlıklar bütünüyle anlamlı iken anlamsızlığa mahkûm eden bakışlar azgınlaşıyordu. Allah'a karşı tam bir isyan hâlinde oluyordu.
Bekir Sağlam
1 Ebu Davud, “Libas”, 25.
2 Müslim, “Tevbe”, 22.
3 İbn-i Mace, “Zühd”, 4297.