MODERNLEŞME VE MANKURTLAŞMA

modernleşme ve mankurtlaşma

Modern kelimesi, Latince “modernus”tan gelir. V. yüzyılda Hristiyanlık resmen kabul edildiğinde, yeni durumu, eskiden yani Roma ve Paganlardan ayırmak için kullanılmıştır. Eskiden farklı olana modern denilmiştir. Temelde, bir zaman kavramı olan “modernus” köken olarak, eskiye ve antikiteye karşı ortaya atılmıştır. 17. ve 18. yüzyıldan itibaren bu kavram yeni bir içerik kazanmıştır. Batı’da başlayan iktisadi, siyasi, kültürel dönüşümleri ifade etmek amacıyla kullanılmaya başlanmıştır.

Modernleşmenin üç temel ayağı olduğunu söyleyebiliriz.1 Bunlardan ilki zamanın kendi başına bir anlam ve değer kazanmasıdır. İlerleme diyebileceğimiz bu zamansallık bugünün geçmişten, geleceğin bugünden daha iyi olacağı iddiasını taşır. İkinci özelliği ise Batı modernleşmesinin belirli bir modele dayanmamasıdır. Üçüncüsü ise modernleşme sürecinin kendi iç çelişki ve çatışmalarına bağlı olarak gelişmesidir.

Modernleşmenin temelinde kapitalist üretim biçimi, makine gücünün insan emeğinin yerini alması, merkezileşme, homojen bir toplum düzeni, resmi ve biçimsel eğitim, ulus inşası, kentleşme, bilimsel düşünce, rasyonelleşme ve sekülerleşmenin olduğu söylenebilir. Bütün bu süreç Batı’nın dünyanın geri kalanı üzerinde belirgin bir “üstünlük” kazanmasını sağlamıştır. Bu süreçte Osmanlı Devleti’nde belirli bir dönemden sonra modernleşmenin doğrudan ve dolaylı etkileri hissedilmeye başlanmıştır.

16. yüzyılda dünyanın en büyük güçlerinden biri olan Osmanlı Devleti bu üstünlüğünü 18. yüzyıldan itibaren yitirmeye başlamıştır. Karlofça Antlaşması bir dönüm noktasıdır. Osmanlı Devleti’nin Viyana Bozgunu sonrasında başladığı ricat sürekli hale gelmiştir. Bu durum sürekli elindekini muhafaza etmeye yönelik defansif bir tutum oluşmasına yol açmıştır. Batı karşısında tutunmaya çalışan Osmanlı Devleti, Batı’yı tanımaya yönelmiştir. 18. yüzyılda sefaretnameler, konsolosluk raporları ile Batı’daki yenilikler izlenmeye çalışılmıştır. Batı başkentlerinde düzenli elçi bulunduran, bu elçilerden sürekli raporlar isteyen III. Selim için modernleşmek bir nefis müdafaasıdır. Sultan, devlet ricaline şöyle seslenmiştir: “Allah aşkına, devlet elden gidiyor…”2 Devletin tehdit altında olduğu ve eğer geç kalınırsa İslâm toplumunun parçalanacağı endişesi Osmanlı modernleşmesini hızlı, topyekûn ve tepeden inmeci bir karaktere bürümüştür. Devlet bürokrasisi ve aydın bir sınıf öncülüğünde halkı mühendislik faaliyeti ile dönüştürmeyi ve kısa sürede ülkeyi modernleştirmeyi amaçlayan bu çaba, toplumda derin yarıklar oluşturmuş ve büyük sorunlara yol açmıştır.

Köklü bir medeniyet perspektifi olan ve asırlardır kendi coğrafyasında toplumsal farklılıkları koruyarak, insan sömürüsüne izin vermeden, devleti adalet temelinde yöneten bir ülke için bütün tarihi, geleneği yok sayarak sonu belirsiz bir maceraya atılmak tek çıkış yolu olarak görülmüştür. Bunu yaparken önce telifçi bir modernleşme hamlesi izlenmiştir. Batı’nın teknolojik üstünlüğünü bünyeye monte etmeye çabalayan Tanzimat modernleşmesi başarısız olmuştur. Devleti modernleştirmek, toplumsal bünyeyi muhafaza ederek devleti ayakta tutmaya çaba gösteren Sultan II. Abdülhamid ülkenin dört bir köşesine hastane, demiryolu, telgraf hattı, postane, yetimhane, darülaceze açmış, devletin kudretini göstermek için gösterişli hükümet binaları, saat kuleleri yaptırmış, modern eğitim kurumları açmıştır. Fakat bu okullarda kendine düşman, ülkesine yabancı, halkı aşağılayan pozitivist, materyalist bir nesil yetişmesine engel olamamıştır. Bu durum kendi sonunu da hazırlamıştır. Abdülhamit paradoksal bir biçimde İslâm’ı Batı’ya açmıştır.3

Türk modernleşmesinde esas sorun Batı’ya karşı nasıl bir tepki/direniş gösterileceği konusunda olmuştur. Batı’nın teknolojik dönüşümünün taklit edilerek yapılacak bir modernleşmenin sonunda Batı ile aynı şeyleri düşünen bir toplum düzenine yol açtığı görülmüştür. Eklektik bir biçimde Batı uygarlığı ile İslâm medeniyetinin sentezlenebileceğine inanan aydınların bu düşünceleri istenen sonucu vermemiştir. Ayrıca teknoloji, bilim, kapitalizm, kalkınma, ulus gibi kavramları nötr olarak düşünmek, bunların altında yatan dünya görüşü, felsefi düşünceyi dikkate almamak büyük bir hata olmuştur. Bu temellerle hesaplaşmadan, kökleri çok eskilere dayanan İslâm medeniyetinin bütün birikimiyle Batı’nın karşısına bir özne olarak çıkması mümkün olmamıştır.

Batı düşüncesinin insanın dünyada ebedi kalacağı ve insan ve doğa üzerinde keyfi olarak tasarrufta bulunabileceği düşüncesine karşı, insanı bu dünyada bir “halife” olarak gören, dünya hayatı ve onun sahip olduğu çekiciliği bir “fitne” olarak tarif eden İslâmi düşünce, bir çıkış yoludur. Dünyadan Tanrı’yı kovan ve aklını Tanrılaştıran Batı düşüncesi ve onun modernliğine karşı insanın bu dünyada başıboş bırakılmadığı düşüncesi egemen kılınabilir. Mal biriktirmeyi değil paylaşmayı emreden, insanın insan üzerindeki hegemonyasına son verip özgürleştirmeyi amaçlayan bir inancın temel düşüncesine bir geri dönüş bizi ancak kurtarabilir.

Modernleşme ile topyekûn bir hesaplaşma dışında bizi kurtaracak bir çözüm görünmemektedir. Batılı değerlerin evrensel olduğu ve tarihin tek bir çizgide değişmeye devam edeceği gibi yalanları bir kenara bırakarak işe başlamalıyız. Batı’nın biliminin aklından, aklının biliminden kopuk olmadığını, hepsinin temelde “cogito” (düşünen insan) kavramına dayandığını ve bu insanın kendisi gibi olmayanı ötekileştirmek ve onu tanımlayarak kendine benzetmek yeteneğinde olduğunu bilmek zorundayız. Bizi başkalarının tanımlamasına izin vermeden, kendi sorunlarımızı ve çözüm yollarımızı kendimiz tespit edip yeni bir yola girmemiz gereklidir. Tarihsel tecrübeyi yeniden etüt ederek, medeniyetimizin kültürel kodlarına dayanan, insan-doğa ve Allah arasındaki ilişkiyi yeniden formatlayarak işe başlamak zorundayız.

21. yüzyılın; dünyadaki adaletsizliklerin, sömürünün, ayrımcılık ve yıkımın yaşanmaya devam ettiği, Müslümanların egemen Batı düzeninin gettolarında “modernleştirilemeyen” diye etiketlendiği bir asrın devamı olmasını istemiyorsak, önce kendimizi sonra Batı’yı iyi tanımak zorundayız. Kimseyi ötekileştirmeden, egemenlik ilişkisi üretmeden, özneler arasında kültürel etkileşime dayanan bir tanınma çabasına girişmeliyiz. Batı’nın bize dayattığı ev ödevlerini, kurtuluş reçetelerini, çözüm önerilerini yapmaya devam edersek hiçbir zaman modern olamayacağımızı, çünkü modernliğin Batılı olmayan toplumları kendisi olmaktan utandırmaya yönelik ustaca hazırlanmış bir yabancılaştırma, bir “Mankurtlaştırma” projesi olduğunu unutmamamız gerekir. Batı dünyası hâlâ bizde kalan bazı kıymetlerin olduğunu görmektedir ki bizi modernleştirmeye çaba göstermektedir. Bizi tamamıyla modernleştirilince de bir paçavra gibi tarihin çöp bidonuna atacaktır. Bu yüzden neyin yenilenmesi gerektiğini dikkatle seçmemiz, kaybedeceklerimizin telafisinin olmadığını anlamamız gerekiyor.

Yılmaz Albayrak


1 Hasan B. KAHRAMAN, Türk Siyasetinin Yapısal Analizi I, Agora Kitaplığı, 2008, İstanbul, s. 46-47.
2 Reşit KAYNAR; Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, TTK Yayınları, 1991, Ankara, s. 2.
3 Kemal KARPAT, İslâm’ın Siyasallaşması, Çev. Şiar YALÇIN, Timaş Yayınları, 2010, İstanbul, s. 22–23.

tefsir dersi 2020

Yazanlarımız