Ülkemiz 6 Şubat 2023 Pazartesi günü Kahramanmaraş merkezli gerçekleşen ve on bir şehirde büyük yıkıma neden olan depremle sarsıldı. Depremzede kardeşlerimizin o günde ve sonrasında yaşadıklarını, şahit olduklarını, gözlemlerini, hissiyatlarını kayıt altına alıp yayınlama isteğimizi kendilerine bildirdik.
Gönderdiğimiz sorular genel bir çerçeve çizmek içindi, eklemek istedikleri başka hususları yada müstakil bir yazının tarafımızca memnuniyetle kabul edileceğini ifade ettik. Aşağıda yer alan deprem soruşturması bu çerçevede oluşmuştur.
SORULAR
1. Depreme nasıl yakalandınız, ilk hissiyatınız ne oldu?
2. Deprem size neleri düşündürdü?
3. Arama kurtarma ve yardım çalışmalarına katıldınız mı? Bu çalışmalar esnasında yaşadığınız unutamadığınız bir olay var mı?
4. Depremde devlet ve STK’ların çalışmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
5. Yardım faaliyetleri ve bölge için yapılması gerekenlere dair tespitleriniz nelerdir? Neleri tavsiye edersiniz?
İDRİS GÖKALP / İSKENDERUN – HATAY
1. 6 Şubat gecesi saat 04.17’de İskenderun’da oturduğum dairenin 5. katında ailece depreme yakalandık. Eşimin depremin ilk saniyelerinde beni ve çocuklarımı uyandırmasıyla korku içinde yataklarımızdan kalktık. Daha önce küçük ölçekte depremleri kısa süreliğine yaşayanlar olarak depremin kısa süreceğini düşünerek aramıza aldığımız kızlarımı eşimle teskin etmeye ve rahatlatmaya çalışıyorduk. Bu esnada deprem nedeniyle sağa sola yalpalıyorduk. Deprem durmak bir yana şiddetini artırarak devam ediyordu. Yukarı aşağı, sağa sola hareketlerle şiddetini artıran deprem daha önce hayatımızda şahit olmadığımız şekilde artarak devam ediyordu.
Devrilen eşyaların ve kırılan camların sesleri depremin korkunç uğultusuna karışıyordu. Şehadetler ve tekbirler ile kalplerimizde yaşadığımız tarif edilmez korkuyu teskin etmeye çalışıyorduk. Eşim ve ben çocuklarımızı aramıza almıştık. Kızlarımın korku dolu bakışları karşısında yaşadığım acziyeti ve çaresizliği anlatmak mümkün değildi.
Dışarıya baktığım anda gökyüzünde masmavi ışık bulutunun her yeri aydınlattığına şahit oldum. Deprem şiddetini azaltmış ve yer kısmen sükunete kavuşmuştu.
Deprem durur durmaz binanın hala ayakta kaldığını görmemiz bize umut verdi. Çok hızlı bir şekilde elbiseleri, yorganları üzerimize aldık ve aşağıya indik.
İskenderun gibi kış mevsimi ılıman geçen bir yerde dışarıda zemheri soğuğu ve yağmur vardı. Aşağıya indiğimizde çığlık ve feryat sesleri acı acı kulaklarımı tırmalıyordu. Evimizin önü boş bir alandı ve hemen çocuklarımızı arabaya koyup araç içinde beklemeye başladık.
İnsanlar sağa sola koşturuyor, adeta kıyamet sahnesi yaşanıyordu. Hemen telefonla en yakınlarımızı aramaya başladık. Depremin nerede yaşandığı konusunda hiçbir fikrimiz yoktu. Merkez üssünün İskenderun olduğunu düşünüyordum. Zira yaşadığımız şehir birinci dereceden deprem bölgesindeydi. Telefonlar yoğunluktan çekmemeye başlıyordu. Aile büyüklerimizin ve yakınlarımızın sesini duymak bizleri rahatlatıyordu ama dakikalar sonra İskenderun’da büyük bir yıkımın olduğu haberleri gelmeye başladı. Her mahallede can pazarı yaşanıyordu. Daha sonra öğrendik ki Kahramanmaraş merkezli 7.7 şiddetinde ve 65 saniye süren büyük bir deprem yaşanmış, bu depremden on bir ilimizde büyük yıkımlar oluşmuştu. Bu yazıyı kaleme aldığım depremin 1. ayında vefat sayısı maalesef 50 bine yaklaşmıştı.
2. Aklıma öncelikle Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’deki şu ayeti geldi:
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, ‘Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz’ derler. İşte rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır." (Bakara, 155-157)
Yaşadığımız bu dehşetli hadise karşısında Allah’ın (cc) hükmü karşısında zayıflığımızı, çaresizliğimizi, acziyetimizi idrak ettik. Bu tür afetlerin, zorlukların, sıkıntıların karşısında Allah’a daha fazla hamd etmeye, sabretmeye ve mağdurlarla daha fazla yardımlaşmaya ihtiyacımız olduğunu anladık. Allah bize yeni bir hayat bahşetti.
Deprem anında ölüm gerçeğini iliklerimiz kadar hissettik. “Her canlı ölümü tadacak ve sonunda dönüp huzurumuza geleceksiniz” (Ankebut, 57)
3. İlk gün en yakınlarımızı enkazdan kurtarmak adına bizzat arama kurtarma faaliyetlerine katıldım. Bu konuda çok tecrübeli olmadığımı fark ettim. El yordamı ile yakınlarımızı enkazdan kurtarmak için canhıraş bir çaba içine girdik. Üzerimizde emeği olan ve aynı zamanda eşimin dayısı olan güzel insan Hikmet Altunsöz hocamız eşi ve üç kız çocuğu ile ilk depremde beş katlı bir binanın enkazında kalmışlardı. Yıkılan apartmanın önüne geldiğimizde adeta tuzla buz olmuş bir enkazla karşılaştık. Bu enkazdan bir insanın sağ çıkması gerçekten mucize idi. Arama ve kurtarmaya başladığımız bir saatin sonunda daha gün ağarmadan Hikmet hocamızın büyük ve ortanca kızlarını burunları kanamadan enkazdan çıkarmıştık. Uyudukları yerde devrilen kitaplık onlar için küçük bir hayat üçgeni oluşturmuştu. Kırka yakın insanın yaşadığı apartmanda Hikmet hocamız, eşi ve küçük kızı dahil onlarca kişi vefat etmişlerdi.
4. Ülkenin yaklaşık on bir şehrini direkt etkileyen ve on binlerce insanın vefatı yüz binlercesinin de yaralanmasına sebep olan ve son yüzyılda yaşanan en büyük iki deprem karşısında devletin kimi yerlerde eksikleri olsa da, bazı yerlere zamanında yetişilmese de, kurumlar arasında ilk günde koordinasyon eksikliği olsa da biliyoruz ki deprem anı olan 04.17’dan beri devlet yetkilileri gözlerini kırpmadan çalıştı. Yaşanan felaketten beri milyonlara yardım edildi, aş için kazanlar kuruldu… İnsanların barınması binlerce çadır kent kuruldu. Bizzat depremi yaşayan ve ilk günden beri sahada olan biri olarak diyebilirim ki devlet sahada yoktu demek tek kelime ile insafsızlık olurdu.
Sivil Toplum Örgütleri ve birçok belediye ise Rabbimize hamd olsun ki bir kez daha insanlığın vicdanı olduklarını, umudu olduklarını ispatladılar. İslâmî STK’ların, sivil inisiyatiflerin, zenginiyle fakiriyle başka bir insanın yardımına bu derece samimi koşması inanılmaz ve anlatılmaz ölçülerdeydi. İslam duyarlılığı içinde herkes çabalıyordu, bir anda ortama seferberlik havası hakim oluverdi. Her çaba çok değerli… Kimi can kurtarıyor, kimi çadır kurmakla meşgul, kimi battaniye yiyecek giyecek dağıtımını organize ediyordu.
Sadece Allah rızası için koşturan, didinen, enkazdan insanları kurtarmaktan onlara barınacak mekân, yiyecek, su teminine kadar her alanda adeta çırpınan müminler topluluğunun yaptıklarına bizzat sahada şahid olmak bize gurur verdi. Allah onlardan razı olsun.
5. Öncelikle bir hakikati dile getirmekte fayda var. Bu kadar büyük bir felaketin altından devlet ve millet dayanışması olmadan kalkmak mümkün değil. İlk günlerden itibaren bölgeye akın akın yardımlar akmaya başladı. Yardımsever milletimizin asrın felaketi karşısındaki duyarlılığı takdire şayandı. Ancak gerçek olan şu ki afetin yıkımı, tahribatı ve insanlarda bıraktığı travma o kadar büyüktü ki maddi ve manevi yardımların uzun soluklu, planlı ve koordineli yapılması gerekiyordu. Bunun için İskenderun’da bulunan İslami STK’lar ile bundan sonraki sürecin koordinasyonu için istişare toplantısı yapılmasına karar verildi. Yardımların uzun soluklu olacağını öngören ve bu nedenle Ceyhan’da büyük bir depo kiralayan Medeniyet İnsani Yardım Derneğinin örnek çalışmalarından da bahsederek bölgede bundan sonra barınma ve iaşe konusunda yapılması gerekenler ile ilgili tespitlerde bulundum.
Aslında devlet ve STK’lar olarak ekipman ve insan gücü konusunda sıkıntımızın olmadığını gördük. Asıl meselenin bu tür zorlu ve olağanüstü süreçlerde var olan insan gücümüzü hızlı bir şekilde ve çoğu zaman inisiyatif alarak koordine edecek liderlerin azlığı meselesi… Bundan sonraki süreçte afet kriz yönetimi konusunda çok ama çok disiplinli çalışmak gerektiği ortaya çıktı. Kurtarma, ilk yardım, iletişim, organizasyon ve liderlik konusunda en kısa zamanda deneyimli insan yetiştirmek ve eğitmek deprem gerçeği ile yaşayan ülkemiz için elzem oldu.
Şu anda deprem bölgesi tam bir yıkım içinde. Şehirlerimizin yeniden ayağa kalkması için her şeyi devlete tevdi etmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Ülkedeki yardım yapan tüm sivil toplum kuruluşlarının taşın altına elini koyması gerekiyor. Çünkü yapılan yardımların süreklilik arz etmesi gerekiyor. Şehirler yeniden inşa edilene kadar barınma, beslenme, sağlık ve eğitim gibi temel ihtiyaçların koordineli bir şekilde sağlanması elzem.
Rabbim bu tür musibetlerden bizleri muhafaza eylesin… Ölen kardeşlerimize rahmet, yaralı olanlara acil şifalar ihsan eylesin.
MUSA ÖZDEMİR – ANTAKYA / HATAY
Depreme uykuda yakalandık ve depremin diğer depremlerden yapısal olarak farklı olduğunu hissettik. Çünkü hem vurmalı hem sallamalı hem de yıkma özelliği olan bir depremdi. 04.17’de alttan vurarak bizi uyandırdı. Uyandığımızda ben, eşim ve iki oğlum aynı dairede kalıyorduk. Yatak odalarından kaçarak dar bir alanda, holde toplandık. Binamızın ilk katı ortalama on saniye sonra çöktü ve bina yan yattı. Deprem sallamaya devam ediyordu, bir buçuk dakikaya yakın depremin sürdüğü söyleniyor ama bize göre çok daha uzun sürdü. Bir yere tutunup beklemeye çalışırken bina çöktü ve yan yattı.
Yan yatan binanın içerisinde kurtuluş umudumuz işin doğrusu fiziki olarak gözükmüyordu. Hoca kalk, son vaazını ver şeklinde aklıma geldi. Aileme dedim ki: “Eğer ecellerimiz gelmişse buradan kurtuluşumuz yok, şehadetlerimizi getirelim ve Müslümanca inşallah hayatımızı noktalayalım. Eğer Allah bizim yaşamamıza hükmetmişse deprem bizi öldürmez ve bina çökerse bile Allah bizi muhafaza edecektir ve buradan O’nun izni ile sağ salim çıkarız." dedim. Şehadetlerimizi getirip beklemeye devam ettik. Hayatın ve ölümün Allah’ın emrinde olduğu bizde ciddi bir rahatlık sağlamıştı.
Artçılar devam ediyor ve bina gittikçe yan yatıyordu. O gecede adeta küçük bir kıyamet vardı. Ayet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere göre yaşadığımız kıyamete nazaran küçük bir şeydi ancak bize büyük geliyordu.
Binanın içerisinde sıkışmıştık, kapılar ve pencereler sıkışmıştı, binanın ilk katı çökmüş, bazı yerlerde patlamalar, çökmeler meydana gelmişti. Bina her an çökmek üzereydi. Bina o derece yan yatmıştı ki ayağa kalkma şansımız yoktu, ayağa kalktığımızda binanın içerisinde kayıyorduk.
Üst katımızda oğlum Seyfullah, eşi ve çocukları ile beraber kalıyorlardı. Bir saat kadar birbirimize bağırdık, bazen biz onların seslerini duyuyorduk ama biz seslerimizi onlara duyuramıyorduk. Oğlum Seyfullah çatı katında kaldığı için dairesi sıkışmamıştı ve oradan indiklerini anladık. Oğlumuzun, gelinimizin, torunlarımızın oradan ayrıldığını anlayınca çok sevindik. Hatta hanıma “Üzülmene gerek yok, neslimizi devam ettirecek bir çocuğumuz dışarıda.” şeklinde bir espri yaptım.
Biz o halde beklemeye devam ederken binanın içerisinde eşyalar dökülüyor, kapılar ve pencereler her artçı olduğunda patlıyordu. Bize yakın olan çocuk odasının kapısı açık olarak sıkışmıştı, oradan pencereyi görüyorduk. Elektrikler kesilmişti, bina altında ve dışarıda insanlar bağırıyorlar, yardım istiyorlardı.
Üç dört saat sonra oğlum, mahallede evden eve taşıma aracına Allah’ın lütfu ile denk geliyor. Arkasından koşturup yardım istiyor. Adam can havliyle depremin yıkıntılarının arasından kaçmaya çalışırken oğlumun ciddi ısrarları sonunda bizlerin olduğu yere gelmeye ikna oluyor. Yan yatmış binadan önce komşularımız, daha sonra bahsettiğim çocuk odasındaki pencere boşluğundan biz çıktık. Araç küçüktü, bulunduğumuz yerden bir buçuk metre uzağa durabilmişti. O yan yatmış binadan sarkmak suretiyle önce küçük çocuğum, sonra büyük çocuğum, sonra eşim ve ben Allah’a hamdolsun kurtulduk.
O gün hanımları ve çocukları emniyetli gördüğümüz bir yere bıraktıktan sonra akrabalarımızın, arkadaşlarımızın, insanımızın ne durumda olduğuna bakmaya ve yardım etmeye çıktık. Araçlarla yıkıntılar arasında gitme şansımız yoktu, bu sebeple yürüyerek gidiyorduk.
Gerçekten mahşeri bir durum vardı. Yüksek katlardan sarkıp yardım isteyen, enkazın altında olan yüzlerce, binlerce insanın feryadını, figanını, yardım isteğini duyduk.
Bizi tekrar hayata bağlayan, ikinci bir hayat bahşeden Allah’a hamd olsun. Deprem ciddi bir imtihandı. Deprem sadece Hatay’da değil, on bir ilde yıkıma sebep olmuştu. Bazıları bunun ceza olduğunu, bazıları uyarı olduğunu söylüyor. Bunların tamamına "imtihan" dersek daha isabetli olur. Allah Celle Celâluh Bakara Suresi’nde şöyle buyuruyor: “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, ‘Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz’ derler. İşte rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.”
Rabbimiz “biraz korku” diyor. Biz depremi yaşayanlar için insan olarak baktığımızda o korku bizlere küçük gelmedi, çok büyük bir korku bizi sarmıştı. Rabbim daha büyük korkulardan bizi muhafaza etsin. O gecede hem korkuyu, hem nesil azlığını yani ölümleri, mallarımızın eksiltilmesini, açlığı, susuzluğu, soğuğu, temel ihtiyaçları görememeyi yaşadık. İmtihan olarak bir günde bunlar başımıza geldi. Allah Celle Celâluh’a hamd ediyoruz, tekrar hamd etme imkanını bize verdiği için yine kendisine hamd ediyoruz.
Evimizin içerisinde mahsur kaldığımızda tek bir arzumuz vardı: Kendi binamızdan kurtulmak, evimizden dışarı kaçabilmek. Bu duyguyu şahsen yaşadım, başkalarının da bu duyguyu yaşadığını tahmin ediyorum. Gecenin bir saatinde yalın ayak dışarı çıkıyorsunuz, evinizden ayrılırken gözünüzün önünde kilolarca altın olsa el uzatıp almazsınız. Öyle bir halet-i ruhuyiyeye giriyorsunuz. Malın, mülkün, makamın her şeyin manasızlaştığı, bir kıymetinin kalmadığı bir imtihan yaşıyorsunuz.
Ben kendi bölgemizde, akrabalarımızda, insanımızda gösterilen sabra şahidim. Ne akrabalarımda ne komşularımda isyan vakasına rastlamadım. Bu niçin böyle oldu, neden başımıza geldi şeklinde itiraz edeni görmedim. “Allah’tan geldik Allah’a dönüyoruz” şeklinde sabrın kelimelerle dışavurum halini gördük. Beni en fazla sevindiren bu oldu. Kendi çocuğunun cenazesini alıp defnetme yolunda giden insanlar sabırlıydı. Günlerce haftalarca enkazın altında çocuğuna, torununa ulaşmak için çabalayan insanlar sabırlıydı. Allah Celle Celâluh bu imtihanı kaldıracak kadar sabır ihsan etti bizlere. “Allah hiç kimseye kaldırabileceğinin üstünde bir yük yüklemez.” (Bakara, 286)
Bu denli büyük bir imtihanı atlatmak nasıl mümkün? Benim acizane iki temel esas bu imtihanın üstesinde gelmemi sağladı. Birincisi, iman. İmanınız varsa, her şeyin Allah’tan geldiğine inancınız varsa bu inanç sizi ayakta tutuyor. İman, sabrımızın tükenmemesi noktasında bizi destekliyor. İmanınız varsa üstesinden gelecek bir imtihan verildiğine inanırsınız ve bu imanla her şeyin üstesinden gelebilirsiniz.
Bu imtihanı atlatmamızı mümkün kılan ikinci şey insani destektir. Sosyal bir varlık olduğumuz için hepimiz insani desteğe ihtiyaç duyuyoruz. Böyle bir imtihan sonrasında kendisine ulaşan, geçmiş olsun dileklerini sunan, hal hatırını soran, telefonla arayan hele hele ziyarete gelip geçmiş olsun ziyaretinde bulunan kardeşlerimizin varlığı bizi ayakta tutuyor. Ben şahsen kendi hayatımda bunu gördüm. Acıların, üzüntülerin paylaşıldıkça azaldığını hissettim. Akrabalarımdan, özellikle cemaatimden bu desteği hissettim. Hiçbir menfaat ve ileriye dönük bir düşünce olmaksızın Müslüman kardeşlerinizin sizinle beraber olduğunu hissetmenizden daha güzel bir şey yok.
Yaşadığımız müddetçe imtihanlar devam edecek ve eğer sabırla, mücadeleyle, ümmet bilinciyle, kardeşlik şuuruyla kenetlenir beraber olursak bu imtihanları daha kolay aşacağımıza inanıyorum.
Şimdiye kadar teşekkür etme gibi bir imkânı bulamamıştım; bu vesileyle acımızı paylaşan, yanımızda duran destekleyen soran ve dua eden, sabır dileyen bütün kardeşlerimizden, hocalarımızdan Allah razı olsun. Depremde vefat eden kardeşlerimize gani gani rahmet diliyorum, Rabbimizden bu kardeşlerimizi şehitlerden kabul etmesini niyaz ediyorum. Yaralı kardeşlerimize acil şifalar diliyorum. Malını mülkünü kaybeden kardeşlerimize de ahseni ile Rabbim daha iyisini daha bereketlisini ihsan eylesin, mallarımızı da katında sadaka olarak kabul buyursun. Rabbim Celle Celâluh sabırlar versin, bölgede yaşayan insanların halen sabıra ihtiyacı var. Bu imtihanı uzakta bizle beraber hisseden kardeşlerimiz de bu konuda bizlere dua etsinler.
ABDURRAHMAN KÖRÜK / K.MARAŞ
Öğretmen olarak görev yerim ve evim depremin merkez üssünde yani Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesindeydi. Depreme eşim ve iki çocuğum ile birlikte evimizde yakalandık. Deprem konusuna gelmeden önce depremden yalnızca 12 saat önce yaşadığımız birkaç olaydan bahsetmek istiyorum.
Hava durumunda ikinci dönemin ilk ders günü olan pazartesi için kar yağışı gösteriyordu. Saat 17.00 civarı 6 Şubat pazartesi günü okulların tatil olduğu haberi geldi. Öğrencilerimiz ve biz bu duruma çok sevinmiştik. Pazartesi karın tadını çıkaracaktık.
O günlerde yurtdışı öğretmenlik sınavı başvuruları başlamıştı. Eşim ve ben Suudi Arabistan’daki Türk okullarında çalışmayı çok istiyorduk. Hem umre ve hac ibadetimizi yapmış olacak hem de çocuklarımızla beraber Arapça öğrenecektik. Ama başvurumuzu engelleyen bir durum vardı. Biz Suudi Arabistan’da yaklaşık beş yıl sürecek görevde iken evimizin eşyaları ne olacaktı? Açıkçası eşyalarımızın kaygısını ben taşıyordum. O yüzden başvuruyu geciktirmiştim. Ama eşimin gitme hususunda oldukça kararlı olduğunu görünce ev eşyalarını artık bende gözden çıkarıp depremden yalnızca dört saat önce başvurumu tamamladım. Ardından bu sınavın heyecanı ayrıca sabahleyin çocuklarımla beraber yaşayacağım kar keyfinin heyecanıyla uykuya dalmıştım. Ama saat 04:17’de deprem olduğu o an geldiğinde… Bir insanın hayatta yaşayabileceği daha büyük bir korku var mıdır, bilmiyorum.
Biz her ay dört ve üzeri şiddetindeki birkaç depremle sallanırdık, bu yüzden evimizde birçok tatbikat yapardık. Yaşam üçgeni, deprem çantası, çök-kapan-kurtul gibi. Ama deprem uykunun en ağır olduğu vakitte geldi. Bu tatbikatların hiçbirisi aklımıza gelmedi. Sadece depremin yaklaşık 45. saniyesi sonrası eşimi ve çocuklarımı yatağın yanındaki küçük bir boşluğa attım, ben ise içimden tevbe ve istiğfar edip tavanın başıma düşmesini bekledim. Çünkü bu depreme hiçbir bina dayanamaz diyordum içimden. Deprem yaklaşık iki dakika sürdü. Apartmanımız yıkılmamıştı ama ağzımızın içi düşen moloz parçalarının tozları ile dolmuştu. Kendimizi paramparça olmuş merdivenden dışarı attık. Üzerimizde mont, hırka, battaniye, çorap ve ayakkabı olmadan. Dışarıda da kar yağıyordu. Arabanın anahtarını o esnada bulamamıştım. Eve tekrar büyük bir korkuyla girip anahtarları aldım ve çıktım.
Arabaya binip kendimizi binalardan uzak bir yere atmaya çalıştık ama ilçenin bütün çıkışları düşen binalardan dolayı kapalıydı. Kendimizi genişçe sayılabilecek bir bahçeye attık. Yolda gittiğimiz esnada birçok yıkılmış binanın etrafındaki insanlardan çığlıklar duymuştum.
Eşimi ve çocuğumu güvenli diyebileceğimiz o alana getirdikten sonra enkazlara gideyim dedim ama yataktan çıktığım vaziyetteydim. Ne bir ayakkabı ne bir mont vardı üzerimde. Dışarıda kar yağıyordu ve hava -5 dereceydi. Arabadan çıkıp gittim ama soğuğun etkisinden tekrar arabaya geldim. Birazdan buraya inşallah arama kurtarma ekipleri gelecek, dedim. Ama meğerse yollar kapanmış deprem sadece Pazarcık’ta değil on bir ili kapsayacak şekilde olmuştu. Biz bu bilgiyi depremden bir gün sonra öğrendik. Çünkü depremden yalnızca on dakika sonra şebekeler gitmişti.
Depremin olduğu ilk dakikalarında aklımızdan geçen tek şey Rabbimizin bize yeni bir hayat bahşetmiş olmasıydı. Böyle muazzam bir sarsıntıdan sağ çıkmıştık. Yalnızca bir gün önce sınava başvurmakta tereddüt ettiğim eşyalar bütün önemini yitirmişti. Ayrıca kar tatili diye sevindiğimiz, oyunlar oynayarak tadını çıkaracağımız o kar olmasaydı abdest alamaz ve su içemezdik. Bin kişi kadar insanla beraber arabalarımızda veya ateşin başında yaptığımız tek iş beklemek oldu. Yollar açılacak mı? Su getiren olacak mı? Yemek gelecek mi? Bu kadar insan nerede geceleyecek? Enkazın altında ulaşılamayan insanlar ne zaman çıkarılacak?... ve daha fazla sorularla bekledik. Yaklaşık 36 saat yemeğe ulaşamadık. Biz kendimiz için değil çocuklarımız için yemeği düşünüyorduk. Artık tam manasıyla bir mülteciydik. 36 saat sonra nereye gideceğimi bilmeden yalnızca açık yolları bulmaya çalışarak yola çıktım. Çıkarken ilçeye Kızılay’ın çadır kurmaya başladığı haberi geldi. Gaziantep’e ulaştığımda Kahramanmaraş’a bağlı olan köyümde birçok akrabamın hayatını kaybettiği, birçoğunun da enkaz altında olduğu bilgisi geldi.
Depremden sonraki perşembe günü taziyeler için köyüme gittim. O gün farklı STK’lar ve farklı şehirlerden yaklaşık 15 tır beni aradı ve bölgede yardım dağıtmak istediklerini ve benim onlara yardımcı olup olamayacağımı sordular. Ama taziyelerim olduğu için yardımcı olamayacağımı söyledim. Bu aslında benim için çok büyük bir olaydı çünkü beni arayanların hiçbirini tanımıyordum, farklı STK’lar aracılığı ile bana ulaşmışlardı. İlk günler halkımız çok fazla yardım gönderdi ama yardım getirenler bölgeyi tanımıyor, bölgede bu işlere öncülük edecek neredeyse herkesin taziyesi olduğu için yardımlara aracılık edilemiyordu. Bu nedenle yardım getirenler yardımlarını bölgeye indirip gitmek zorunda kaldılar. Bu durumda belki yardımların yerine ulaşılması yeterince sağlanamadı. Ardından yardımlar git gide azalmaya başladı. Ama bölgede evler yapılıp insanlar evlerine geçene kadar sürekli ve düzenli yardımlara ihtiyaçlar var. Özellikle kuru gıda, su, giyinme ve hijyen yardımlarına.
Düşündüğümde depremin üzerinden bir ay geçti, içtiğim suyu, yediğim yemeği, giydiğim elbiseyi ve çorabı, yaktığım odunu ve kömürü hep STK’lar getirmiş. Depremden önce STK’larda görev aldığımızda bazen gaflete düşerek acaba bu yaptığımız iş bir işe yarar mı diye düşündüğümüz zamanlar olmuştu. Ama STK’lar olmasaydı o kadar insan ne yapardı bilmiyorum. Şu an bölgedeki sayısını bilmediğim aşevlerinin, arama-kurtarma ekiplerinin, yardım getirenlerin büyük çoğunluğu STK’lara ait. STK’lar sadece bölgeye tır gönderse dahi yeterli, halkımız o tırın içini doldurur. Çünkü insanlar bireysel olarak tır kiralamaya gücü yetmez. Ama birlik olunca tırda tutulur, tırın içi de doldurulur. İşte bu birliğin teşekkülü STK’lardır. Rabbim bölgeye yardım gönderen ve bu yardımı getiren her kardeşimizden razı olsun. Rabbinin rızasını arzulayan bu STK’ların Rabbim gücünü, kuvvetini ve imkanlarını arttırsın.
YUSUF ŞARKLI / GAZİANTEP
1. 6 Şubat pazartesi sabahı saat 04.17’de, en zayıf anımda, uykunun en derin noktasında büyük bir gürültü ile gözlerimizi açtık. Kelime-i şehadet, istiğfar, la havle ve kuvvete illa billah zikirlerini dilimizden ve yüreğimizden düşürmedik. O kadar şiddetli sallanıyordu ki düşmemek için baza başlığını tutuyorduk.
Yaklaşık iki dakika kadar durmadan sallandık, arada 3-5 saniye durur gibi oluyor, fakat tekrar daha güçlü sallanıyorduk. Sübhanallah, gayb perdeleri kalktı kalkacak, huzura geleceğimiz vakit geldi gelecek anlaşılan, diye düşündüm. “Sen canımızı Müslüman olarak al Ya Rabbi, sen bizlere bir kez daha yaşama fırsatı ver, sana daha çok kulluk yapalım, kulluğun daha güzelini yapalım, eksiklerimizi tamamlayalım” duaları sürekli kalbimizdeydi. İçimde hep bir umut vardı, bu sallantı duracak sağ salim çıkacağız umuduydu bu. Rabbim senin rahmetine sığınıyorum. Şimdi bitsin bu sallantı, şimdi bitsin bu sallantı, diyordum. Bu duygu ve düşünceler sürekli zihnimde gidip geliyordu. Yıkıldı yıkılacak, düştü düşecek tavan diyordum. Adeta can boğaza dayanmıştı. Perdeler kalkıp perdeler iniyor, ecel gözümüzün önüne geliyordu.
Hamd olsun iki dakika sonra sallantı durmuştu. Evlatlar aklımızdaydı hemen onların odalarına koştuk. Evlatları, bir misafirimizi ve kendimizi can havliyle çocuk odasına ranzaların yanlarına attık. Bu arada yine sallanmaya başladık. Zikirler dilimizde, yürekler avucumuzdaydı, gözlerimiz yerinden fırlayacak gibiydi. Sallantı durmuyor, kapkacak sesleri, düşen eşyaların sesleri… korkuyu derinleştiriyordu. Ölümü adete ensemizde hissetmiştik.
Sallantı durmuştu. Hepimiz hemen dördüncü kattan binanın önüne indik. Hamd olsun zikirler dilimizden düşmüyordu…
Dışarda bir yağmur vardı ki… Aman Allah’ım bardaktan boşanırcasına… Ortalık zifiri karanlık, hava eksilerde, yerde kar, soğuk ve rüzgar. İmtihan çok çetindi. Hamd olsun ki sabır ve metanetimiz vardı. Tedbir ve tevekkül denkleminde gidip geliyorduk.
Sağı solu aramaya başladık, telefonlar kitlendi, yollar kitlendi… Herkes bir tarafa koşuyordu, yeryüzü dar gelmeye başlamıştı. Depremin 7.7 büyüklüğünde olduğunu ve merkezinin Kahramanmaraş olduğunu ögrendim. Yüreğim bir kez daha yandı. Eyvah, dedim. Anam, kardeşlerim, akrabalarım, dostlarım ne haldeler… Akrabalarım hep Maras’taydı. Kaygılar, endişeler, telaşlar başlamıştı.
2. Güç ve kuvvetin sahibi Allah’tır. Varla yok arasında olduğumuzu idrak ettik. Ölümü ensemizde hissettik. Bir ömür biriktirdiğimiz malın mülkün evladın bir dakikada yok olduğunu gördük. Meğer ne kadar büyük değerler vermişiz bizim olmayan değerlere. Günlerce arabada yatınca evlere giremeyince; ne kadar az şükrettiğimizi, ne kadar az tefekkür ettiğimizi, ne kadar az gayret ettiğimiz anladık. Senin zannettiğin aslında hiçbir şey aslında senin değilmiş. Deprem bize acziyetimizi bir kez daha gösterdi.
3. İlk gün ailece sürekli arabada kalmak zorunda kaldık. Daha ziyade yardım faaliyetlerine katılma durumum oldu. Her yerde feryat sesleri vardı, ama elimizden bir şey gelmiyordu. Taziyeler aklımıza gelmedi bile… Taziye, yas ve hüzün yaşayamadık. Kendi akrabalarımın cenazesine bile katılamadım. Ne kadar aciz olduğumuzu bir kez daha anladım.
Hafif acılar konuşulabilir ama derin acılar dilsizdir ancak göz yaşı anlatabilir. İmtihan çok büyüktü, kelimeler yetmiyor anlatmaya.
4. Cemaatlerimizin, vakıf ve derneklerimizin azim ve hizmetlerine şahit olduk. A’dan Z’ye hepsinin alnından öpmek gerekir.
Milletimizin hayır adına giriştiği seferberliğe hayran oldum. Bu millet necip bir millet, küffarın pisliklerini üstünden temizlememiz gerekir. Şahsi evlerini depremzedelere açan kardeşlerimize, acil yardım faaliyetlerine katılan, arama kurtarma yapan, çay dağıtan, çorba dağıtan, her türlü yardım için seferber olan cemaatlerimize, vakıf ve derneklerimize şahit oldum. Yaptığı hayırları gizleyenleri gördük. Bu milletin hayır damarı capcanlı ortada duruyor. Dayanışma ve acıları paylaşma had safhadaydı. Bu kadar felakete rağmen sabır ve metanet zirvedeydi. Acı ve hüznün bizi birleştirdiğini gördüm…
İlk günlerde geç kalınsa dahi resmi hizmetler had safhadaydı. İnanılmaz bir seferberlik vardı ama bu kadar geniş alan karşısında devlet zamanlama olarak yeteri kadar hızlı olamadı, koordinasyon eksikliği vardı.
Arama ve kurtarmada zaafiyetler vardı. Büyük binalar hep makine gücüne bakıyordu, elimizden bir şey gelmiyordu, dizlerimizin üstüne çöküp ağlamak kalıyordu. Binanın içinden saatlerce feryat ve figan sesleri geliyordu ama hiçbir şey yapamıyorduk. Saatlerce evladıyla konuşan babalar, anneler, evlatlar vardı.
Saatlerce, günlerce şimdi yardım gelir umuduyla bekleyenler oldu… Daha sonra sesleri kesilen anneler, babalar, evlatlar oldu. Acılar çok derinleşti.
5. Şunları tavsiye edebilirim:
- Başımıza gelen musibet çok büyük fakat sabredersek mükafatın da çok büyük olacağına dair insanların metanetini güçlendirecek bir dil kullanmalıyız.
- Depremzedelerle özel ilgilenilmesi gerekiyor. Kendisine yardım gitmeyen yada geç giden, binanın başındaki feryat seslerine cevap verilmeyen insanlarla özel ilgilenilmesi gerekir.
- Depremi nasıl okumalıyız konusunda hikmetli bir dille insanlara va’z u nasihat yapılmalıdır. Cahilce hocalık yapanlar var maalesef, “yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder” misali hikmetten uzak bir dille yapılan nasihatler(!) insanlara zarar veriyor.
- Toplum olarak ısrar ve tekrarla çokça tevbe istiğfar etmeliyiz. Muhabbet ve kardeşliğimizi arttırmalıyız. Her an ölüme hazır olup helalleşme sünnetini ayağa kaldırmalıyız.
- İnfaklarımızı arttırmalıyız.
- Deprem bölgesindeki kardeşlerimize dua edelim ve onlardan dua isteyelim, onların duasının makbul olacağını düşünüyorum.
- Arama kurtarmanın zaruri bir ilim olduğunu gördük, bu konularda daha fazla hassasiyet göstererek çalışmalar yürütmeliyiz.
- Güvenli bir bölge olması gerektiğini anladık. Böyle bir afet yaşadığımız zaman eylem planı elimizde olmalıdır, deprem ve daha başka afetler konusunda toplumsal bir bilinç ve şuurlanma sağlanmalıdır.
Bu musibetin ümmeti ayağa kaldıracak bir uyanışa ve silkinişine vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ederim.
Kalmak mı zor gitmek mi zor? Bazen kalmak gitmekten daha zor… Gidenlere rahmet kalanlara selamet dilerim….
ERTAN USLU / ANKARA / Yardım Gönüllüsü
6 Şubat 2023 sabah 03:15 civarı Sapanca’dan Ankara’ya yeni gelmiştim ve o yorgunlukla uyuyup kalmışım. Annem iki üç defa beni ve eşimi aramış, biraz da telaş yapmış. Geri dönüş yaptığımda annem biraz sitem biraz fırça ile “Oğlum şu telefonuna neden bakmıyorsun, seni merak ettim.” dedi ve deprem olduğunu haber verdi. İşin gerçeği o an için depremin büyüklüğünün farkında değildim, bu sebeple çok önemsememiştim. Öğleye doğru idi, olayın vahametini anladım, tahminimden çok çok büyük bir deprem olmuştu. Arkadaşlarımı aradım, ne oluyor, ne yapabiliriz şeklinde istişare yaptıktan sonra hemen gitmeliyim diye düşündüm.
İHH Arama Kurtarmadan İbrahim Kurmuş ile telefonda görüştüm. Sadece arama kurtarma için gerekli insan sayısının yüz binleri bulabileceğini, kim varsa hemen bölgeye intikal etmesi gerektiğini söyleyince gerekli malzemelerimizi alarak dört kişi İHH Ankara Lojistik Merkezi’ne gittik.
Kayıt işlemlerimizi yaptırıp hemen yola koyulduk. Ankara-Kırşehir-Çeşme-Pınarbaşı-Kayseri güzergahını belirleyip Kahramanmaraş’a ulaşmaya çalışacaktık. Aldığımız bilgilere göre yollar tıkalı, hava karlı ve soğuktu; yer yer buzlanma ve tipi olduğu söylendi. Kırşehir’e kadar her şey normaldi. Şunu söyleyeyim: Ben Ankara Çamlıdere ilçesindenim. Bizim bölgemizin havası serttir, kar eksik olmaz, ağustos ortasında dahi soba yakarsınız. Ama inanın bana ben o gün böyle bir soğuk görmedim. Öyle bir tipi vardı ki araçlar sallanıyordu. Rüzgâr çok şiddetli, hava soğuk, yerler kaygan ve buzluydu. Yer yer kazalar olmuş, trafik karışmıştı. Tüm bu şartlar altında deprem bölgesine gitmek isteyen iş makinaları, yardım tırlarının da içinde bulunduğu kilometrelerce kuyruk olmuştu. 80 kilometrelik yolu 4-5 saatte gidebildik ve toplamda Maraş’a 12 saat gibi bir sürede ulaşabildik.
Maraş’a girdiğimizde arabamızda bir sessizlik oldu. Adeta her yer yıkılmıştı. Toz bulutu, koşuşturan insanlar, ambulans sesleri… Her yerde bir karmaşa vardı. O koca koca binalar bir tost gibi birbirinin üzerine yıkılmıştı. İnsan ne yapacağını, nerden başlayacağını bilemiyor. Sanırım Trabzon caddesindeydik, bir yerde durduk, katılmamız gereken bir ekibimiz vardı ama onları nasıl bulacaktık. İnternet yok, elektrik yok, telefon şebekesi yok, sokak cadde isimleri dahi yok… Her yer her yerdeydi ama şehir yoktu. Yıkılmış moloz yığını haline gelmiş binaların önlerinde ve üstünde onlarca arama kurtarma ekibi vardı. Yüzlerce insan yıkılan binaların önlerinde yakınlarından haber alabilmek için dirayetli bir biçimde korku dolu gözlerle bekliyordu. Böyle bir durumda kendi ekibimizi bulmamızda epey zor oldu, ama enkaz üstlerine baka baka kırmızı yelekli İHH ekibimizi bulduk.
Ankara’dan yola çıkarken ekip arkadaşlarıma “Hiçbir şey yapamazsak çay çorba dağıtırız” dediğimi hatırlıyorum. İlk birkaç saatte böyle oldu, çay ve çorba dağıttık. Birkaç saat sonra enkaz çalışmasında bulduk kendimizi.
“Sesimi duyan var mı? Sesimi duyan var mı? Duyuyorsan ses ver! Yada bir yere vur!” diye bağırıyordum. Ekip arkadaşlarımız iki kişinin sesini duymuş, hep beraber onları çıkartmaya çalışıyoruz. Tabi kolay bir iş değildi, enkazın içinde sürünerek girebilen bir yerdeydik. Her an çökme tehlikesi vardı.
Enkaz altındakilere durumlarını sorduk, iyiyiz cevabını alınca kazmaya başladık. Öncelikle çökme olmaması için betonlara kolon vazifesi görsün diye dikme yapıyorduk. Küçük küçük kazarak ellerimizle molozları çıkartıyor, demir kesme makasları ile onları kesip betonları atıyorduk. İlk temas ve ilk dokunuş… İyi misiniz, şimdi çıkartacağız sizi dedikten sonra en az 2-3 belki de 4-5 saat geçti. Bir enkazın bir katında belki bir odasında 4-5 saat geçiyordu. Çıkış için şartlar tamamlandığında sedye istedik ve biri 18 diğeri 20 yaşındaki yaralı iki kardeşi sedyeye bağlayarak ambulansa gönderdik. Tüm bunlar yaşanırken yükselen tekbir sesleri: “Allah-u Ekber! Allah-u Ekber! Allah-u Ekber!”
Yardıma koştuğumuz ilk enkazda Allah’ın izniyle iki canın kurtulmasına vesile olduk. Hemen başka enkazlara gitmek için ses aradık ve yine Trabzon caddesindeki başka bir enkaza geldik.
“Beni duyan var mı? Beni duyan var mı? Arama kurtarma geldi. Sesimi duyan var mı?”
İki kardeşin, Büşra ve Yusuf’un sesi geldi. Hemen çalışmalara başladık, zaman ilerledi ve akşam oldu. Elektrik yoktu, her yere karanlık çöktü. Yer tespitini yaptıktan sonra gerekli malzemeleri hazırladık: Jeneratör, tilki kuyruğu, demir makası, balyoz, darbeli matkap, hilti… Ekip arkadaşlarım; Ben, Serkan, Orhan, Ersin, Mahmut, İbrahim ve diğer kardeşler, hepimizin kıyafetleri, kaskları ve kafa lambaları var. Betonu delmeye başladık, molozları çıkarttık, demirleri kestik. 90-100 cm'lik bir çukurda çalışıyoruz, 10 cm çapında bir delik deldik ve Büşra ışığı gördü. Yer tespitimiz doğruydu, 40-50 cm'lik bir boşluk vardı ve iki kardeşin elleri görünüyordu.
Deliği kafamız gireceği büyüklükte açtık. Büşra ve Yusuf’a “Şimdi sizi çıkartacağız.” dedim. Enkazdan onları çıkartmamız dört saat sürmüştü.
İlk önce Büşra öğretmeni çıkarmıştık. Enkazda zamanla yarışırken bile hassasiyetlerimizi kaybetmedik. Büşra öğretmene kıyafetinin uygun olup olmadığını bile sorduk ve ona göre davrandık. Çıkarttığımız yer çok dar bir alandı, ters bir şekilde önce ayaklarını sonra kafasını çıkarttık. Daha sonra Yusuf’u kurtardık.
Enkaz altından birilerini kurtarmak bizi o kadar mutlu ediyordu ki hiç yorgunluk, açlık susuzluk çekmiyorduk, daha doğrusu bunlar aklımıza gelmiyordu bile.
Yusuf ve Büşra’yı çıkarttığımız katın bir alt katından bir ses daha almıştık. Adı Samed’di, onu enkazdan çıkarmak için vazifeyi AFAD’a bırakarak enkazdan ayrıldık. Aradan iki üç saat geçti Serkan’la konuşuyorduk. Acaba Samed’i çıkarttılar mı diye birbirimize sorduk. İçimiz rahat etmedi gidip bakalım, dedik. Enkaza geldiğimizde baktık ki çıkmamış, izin istedik AFAD ekibinden biz devraldık, akabinde tam yer tespiti yaparak 45 dakika sonra Samed’i enkazdan dışarıya çıkardık elhamdülillah.
9 yaşındaki Emine, anneannesi ve babaannesinin yanı başındaydı. Ses geldi denilince hemen koşarak gittik. Babaannesi yanındaydı, vefat etmişti, üç gün olmuştu, enkazda yan yanaydılar. Ayağı sıkışmıştı yavrucağızın, hemen temizlemeye başladık. İyice güçten düşmüştü, zor konuşuyordu. Gözü yarı açık şekildeydi, baygındı. Önce babaanneyi çıkarttık çünkü Emine’yi başka türlü çıkartamıyorduk. Ellerini tuttum, küçücük elleri yumuşacıktı. Molozları temizlerken Ayete’l Kürsi’yi okuyordum. Zeynel ayağını temizliyordu, ben ise baş ucunu. Saçları sıkışmış yıkıntıların arasında. Bir ara gözleri kapanır gibi oldu, “Zeynel, Zeynel Emine’ye bir şeyler oluyor.” diye seslendim. Hemen sağlık ekibi geldi damar yolu açıldı, boyunluk takıldı ve Emine kızımızı enkazdan çıkarttık. “Allah-u Ekber! Allah-u Ekber! Allah-u Ekber!”
4-5 gün boyunca onlarca enkaz gezdik, Ankara’dan giden yardım ekibi olarak yüzlerce kişiyi canlı veya vefat etmiş şekilde enkazdan çıkarttık. Çocuk, yaşlı, genç, erkek ve kadın…
Derman Bey’i, babasını, hamile kızını ve torununu… 3-4 saat uğraşıp çıkarttıktan hemen sonra vefat eden Halepli kardeşimizi… Ve daha nicelerini unutmak mümkün değil elbette.
Buraları görünce ne kadar aciz olduğumuzu anlıyoruz. Ekip ruhunun önemini, organizasyon yeteneğini, sorun çözmeyi, iletişim kurmayı, sorumluluk almayı, hayırda yarışmayı, millet olarak duyarlı olmayı daha çok anlıyoruz.
İyi ki hemen karar verip gitmişim. İyi ki inisiyatif kullanmışım. Rabbim bir daha yaşatmasın. Allah (cc) ibadetimizi kabul etsin.
“Kim bir kişinin hayatını kurtarmak suretiyle yaşatırsa bütün insanlığı(insanları) yaşatmış gibi olur…” (Maide, 32)