Kişiler olarak her birimiz/özümüz, ailemiz, akrabalarımız, çevremiz, mensubu bulunduğumuz camiamız, içinde yaşadığımız şehrimiz, ülkemiz, bölgemiz, medeniyetimiz, dünyamız yeni bir durumla karşı karşıya. Buna yeni bir kuşatma, yeni bir saldırı...
Taliban'ın İnancıyla Ters Olma Arzusunu Taşıyanlar
Afganistan'da Türkiye'nin nasıl bir rol oynayacağına dair formül üzerinde aslında tam bir karara varılmış değil. Bu karar Afganistan'dan çekilme kararı almış olan ABD ile görüşmelerle belirlenecek elbet ama bu konuda ABD'nin tek karar verici veya belirleyici olmadığı da gün gibi ortada.
Oluşacak kararda da Türk varlığının oradaki mevcudiyetinde de belirleyici başka faktörler ve aktörler olacağı da açık. Bu aktörler arasında Pakistan da olacağı gibi Afganistan'ın da halkını temsil eden bütün taraflar, dolayısıyla Taliban da var.
Taliban'ın bugünün Afganistan'ının en önemli gerçeği olduğunu herkes kabul etmiş durumda, tabii başta onunla yürüttüğü 20 yıllık savaşı kazanamayacağını anlamış olan ABD de. O yüzden ABD çekilmeye karar verdiğinde Taliban'la uzun müzakereler yürüttü.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kuzey Kıbrıs gezisine çıkmadan önce havaalanında bu siyasi manzarayı olabilecek en net biçimde aktardı. Taliban'ın da Türkiye ile şimdiye kadar hiçbir zaman çatışmamış olduğu gerçeğine işaret ederek Türkiye'nin de onunla görüşmekten çekinmeyeceğini ifade etti.
Bunları söylerken Taliban'ın inançlarıyla bir sorunlarının olmadığını da ekledi. Bu sözler üzerine Türkiye'de birçok kesimden gelen tepkiler insanların kendi inanç ve kimlik dünyalarını nasıl görüp tanımladıklarıyla ilgili ibretlik bir manzara ortaya koydu. Birilerinin kendini Taliban dini ve inancından ayrıştırma telaşı, bu telaş esnasında Taliban'a veya başka insanlara karşı sergiledikleri ötekileştirme ve bunu da yaparken sergiledikleri cehalet aslında çok da şaşırtıcı değil. Çünkü bu konuda tavır ortaya koyanlar hep aynı tipler oluyor.
Erdoğan'ın Taliban'ın inancıyla ters düşmemesi ifadesinden onların izledikleri siyaset veya belki bu inanca dayandırdıkları içtihat ve uygulamaları benimsediği sonucu elbette çıkarılamaz. Neticede Taliban'ın uygulamaları belki kendi inançlarına referans veriyordur ama bu inançtan sadece bu yorum ve sonuç çıkar diye bir şey yok.
Nitekim Taliban'ın da fıkıh ve itikat olarak Hanefi ve Maturidi olduğunu ilk duyanlar bu noktada muhtemelen bir şaşkınlık yaşıyorlardır. Kendini özellikle Taliban ve Selefi inancının aşırılıklarından ayırmak için Türk İslâm'ının Hanefiliğine ve Maturidiliğine vurgu yapan ve bu inançların hoşgörü, çokkültürlülük, irade ve eylem konusunda pozitif değerler aşıladığına vurgu yapan bir emekli büyükelçiye bir zamanlar Taliban'ın da hem Hanefiliği hem de Maturidiliğini hatırlattığımda nasıl bir şaşkınlık yaşamış olduğunu çok iyi hatırlıyorum.
O zat muhtemelen Maturidilik ve Hanefiliğin sosyolojik ve tarihsel koşullardan bağımsız olarak her yerde aynı şekilde tezahür ettiğini sanıyordu. Oysa sosyoloji bu ihtimalleri toplumsal değişim ve olaylardaki görülebilir veya görülemeyen farklı etkenlere dikkat çekerek öğretir.
Esasen Taliban'ı temayüz ettiren uygulamalar da referanslarını dini epistemolojisinden alıyorsa da o referanslara o yorumlarla götüren, yaşadıkları tarihsel olaylardan ayrı düşünülemez. Neticede işgal görmüş bir ülkenin bağımsızlığına tavizsizce düşkün, Afgan mizacına uygun bir mücadele çizgisini benimsemiş bir hareket, Maturidilik ve Hanefiliğin bambaşka bir örneğini ortaya koymuştur. İnanç aynı ama uygulama farklı ortaya çıkmıştır, üstelik bu farklılıkta her dunumda kendimizi Taliban'dan haklı veya üstün çıkaracak hiçbir imtiyazımız yok. Kimin ne yaşadığını kim bu kadar kolay bilip yargılayabilir? Hele bir işgal ve bu işgale karşı sergilenmiş bir halkın direnişi söz konusuysa.
Kimi Taliban'ın anlayışına Selefilik atfediyor bilip bilmeden, onun bu katılığını Suudi Arabistan'dan aldığı destekle Selefiliğe veya Vehhabiliğe bağlıyor.
Tamamen ezbere klişelerle yapılan bir yakıştırma olduğunu söylemek zorundayız. Taliban Selefi de değil Suudi Arabistan desteğinden de çok uzak. Bilakis Taliban'ın din anlayışı Selefiliği de yargılayan ona fersah fersah uzak bir anlayış ve Suudi Arabistan'a Vehhabiliğe de en ufak bir sempatisi yok.
Geleneksel medrese hocaları ve öğrencilerinin son derece güçlü, dini anlayış, saygı ve sadakate dayalı örgütlü yapısıyla Afganistan'da varolan sosyolojik yapıya hiç yabancı değil. Bilakis alternatif siyasi aktörlerin bıraktığı çözümsüzlük ve kaos ortamına sundukları otorite ve düzen teklifiyle kısa sürede halkın büyük çoğunluğunun onayını almayı başarmışlardır. Yani ülkeye dışarıdan gelmiş veya kökü dışarıda bir yapı değil bilakis neticede Afgan halkının bünyesinden ortaya çıkmış bir olgudur.
Erdoğan'ın Taliban'ın inancıyla ters olmadığımızı söylemesini bu bağlamda anlamak lazım ve çok yerinde bir açıklama. Elbette bazı siyasetlerimizde karşılıklı anlayış çerçevesinde bazı diyaloglarımız olacaktır.
Ayrıca bazıları hızlarını alamayıp Taliban'ı terörist bir örgüt seviyesine indirmişler. Doğrusu Taliban, ABD işgali esnasında 7 yıldır ülkeyi yöneten bir hükûmet idi. İşgalle birlikte direnişe geçti ve bu esnada Afganistan dışında hiçbir yerde hiçbir silahlı eylemi olmadı. Misyon olarak sadece kendi ülkesini işgalden kurtarmayı koydu ve görülüyor ki bu konuda başarılı olmuş durumda. Onunla savaştığı için ona terörist diyen ABD bile onunla masaya oturdu, onu tanıdı ve bundan sonra onunla bir taraf olarak temas hâlinde olacağını ortaya koymuş oldu.
Türkiye'nin ise Taliban'a terörist muamelesi yapması hangi haklı ve makul gerekçeye dayanabilir?
Elbette Türkiye Afganistan'da kendi misyonuyla ve Afgan halkına rağmen değil, bulunacaksa ancak onların da muvafakatı ve karşılıklı anlayışıyla bulunacaktır. Bu çizgiden bir sapma sözkonusu bile olamaz.
Taliban mı Çok Değişmiş, Biz mi Yanlış Bilmişiz?
Afganistan'da hızla bütün şehirleri ele geçirerek ilerleyen Taliban'ın bir yandan da ABD ve hükûmet ile Doha'da müzakerelere devam ettiği biliniyordu. Bu müzakereler devam ederken Taliban'ın ilerleyişi ve en son Kabil'e de öngörülenden de hızlı bir biçimde girmesi ilk bakışta bir çelişkiydi. Bunun üzerine ABD ile ilgili bilinen bütün klişeler tekrar devreye girdi.
Olayda yine işlemekte olan bir ABD planı olmalı. Afganistan'ı belli ki Taliban'a bırakmış ve bu terk edişle ilgili mutlaka çok daha derin ve çok daha sinsi hesaplar olmalı.
Bu hesap ne olabilirdi mesela? Taliban'ın malum yaban görüntüsü, İslâm ve Şeriat adına bütün dünyada üreteceği bolca korkunç görüntülerle yeni İslâmofobik savaşlara meşru bir atmosfer oluşturması (?)
İyi de böyle bir senaryo için ABD'nin bütün dünyanın gözü önünde bırakın şeref ve haysiyetinin, kendi karizmasının, güvenilirliğinin, itibarının, imajının yerle bir olmasını göze almaya değer miydi?
Kim ne derse desin ABD için çok açık bir hezimet görüntüsü oluştu. Amerikan efsanesinin tamamen çöktüğü bolca görsel manzara dünyanın zihnine kazındı. Sadece kendi askerleri değil, 20 yıllık süreç içinde kendisiyle iş birliği yapmış herkesin havaalanında, ülke sınırlarında verdiği görüntü ABD'ye güvenerek onunla kendi ülkesi aleyhine iş birliği yapmanın eninde sonunda bedeli feci bir şekilde ödenecek bir bedeli olduğunu da söyletti cümle âleme. Bu saatten sonra kendi ülkesinin aleyhine kim ABD ile iş birliği yapmayı göze alabilir?
İşin çok çarpıcı ve önemli bir boyutu bu. Ama birileri hâlâ ABD'nin çekilişi ve Taliban'ın açık zaferine hâlâ ABD efsanesini daha da besleyecek yorumlarda bulunabiliyor. Oysa Biden aslında bu çekilişi ve Taliban'ın Kabil'e girişini çok daha makul ve çok daha inandırıcı bir biçimde açıkladı: “ABD Afgan hükûmetine ihtiyacı olan her şeyi verdi. 300 bin Afgan askerini eğiterek düzenli bir ordu kurdurduk. Bunlar 75 bin Taliban gücüne karşı savaşabilirdi. Teslim olmaları veya savaşmadan kaçmaları kaçınılmaz değildi. Afgan siyasi liderleri teslim oldu ve ülkeden kaçtı ve Afgan ordusu savaşmayı reddetti. Amerikan kuvvetleri, Afgan kuvvetlerinin savaşmayı reddettiği bir savaşta savaşmamalı ve ölmemelidir.” Daha ne desin?
Aslında Doha'da yapılan müzakerelerde hem ABD'nin hem de Afgan hükûmeti unsurlarının güvendikleri şey, Taliban'ın da bir güç olarak dikkate aldığı şey bu 300 bin kişilik ordunun varlığıydı. Bu ordu Taliban'ı biraz daha ilerlemekten men ediyordu ve müzakerelerde karşı tarafın bir kozu olarak kabul ediyordu. Ancak hem ABD'nin hem de bizzat Taliban'ın beklemediği şey bu ordunun savaşmak yerine giderek ilerlemekte olan Taliban karşısında içine düştüğü psikolojik çöküntü oldu.
Kabil'i almadan önce, Kandahar, Mezar-ı Şerif'in de aralarında olduğu 30'a yakın şehir merkezini ele geçirmişti Taliban. Ama buraları ele geçirmesi Kabil'e de yürüyeceği anlamına gelmiyordu. Müzakereler esnasında buralardaki hareketliliği aslında imzalanması beklenen ateşkese kadar ilerleyebileceği kadar ilerlemek ve ateşkesle birlikte elini yükseltmiş olmaktı. Ancak bu hareketlilik karşısında cumhurbaşkanının, içişleri bakanının ve diğer birçok bakanın ülkeyi terk ettiği haberleri yayılınca Taliban'ın Kabil'e ilerlemesi de mukadder oldu. Bizzat Taliban sözcüsü bile “Biz de beklemiyorduk Kabil'e girmeyi.” demek durumunda kaldı.
Bu sonuç ABD başkanı Biden'ın da kesinlikle öngöremediği bir durumdu. Afganistan'ı elbette Taliban'ın da ortak olduğu yeni bir siyasi oluşuma bırakmak vardı ama tamamen Taliban'a terk etmek yoktu hesapta.
Hesapta olmayan gerçek oldu. Neresinden bakarsanız, Taliban açısından 20 yıllık sabırlı ve kararlı bir direnişin sonucu olarak ortaya çıktı bu tablo. Taliban kendisi hakkında üretilen algı çalışmalarıyla fazla ilgilenmeden Afgan halkının kendi içinde yaşadığı huzursuzluğa, işgalin sonuçlarına, yolsuzluğa ve kötü idareye karşı sessiz sedasız Afgan halkının büyük çoğunluğunu yanına çekmeyi başardı. O yüzden girdiği hiçbir şehre zorla girmedi. Hepsine de Kabil'e girdiği gibi kolaylıkla girdi. Çünkü girdiği yerde halkın büyük çoğunluğu onu kabulle karşıladı. O da zaten girdiği şehirlerde bazılarının beklediği gibi katliamlar yapıp kan dökmedi, dehşet ve korku salmadığı gibi yönetim kadrolarında ciddi bir değişikliğe bile gitmedi. Herkesin işine gücüne kaldığı yerden devam etmesini istedi.
En çok kötü şöhret bulduğu kadınlara müdahale konusunda bile hiç beklenmeyen mesajlar verdi. Kadınları bırakın eve kapatmayı veya barbarca cezalandırmayı, hükûmette çalışabileceklerini bile ilan etti.
Normalde bu çapta bir askeri başarı kat etmiş bir hareketten beklenebileceğin aksine şehirde hiçbir güvenlik boşluğu, yağma, tecavüz veya taşkınlık olmadı. Bilakis başkanlık sarayını ele geçiren Taliban komutanları ve askerleri burada bütün huşuları ve tevazuları içinde ağlayarak okunan Nasr Suresi'ni dinlediler.
Belli ki herkesin Taliban hakkında duyduğu ve bildiği her şeyi unutması gereken bir noktadayız.
Yine tabii, gündemimize tekrar bütün hızıyla ve şaşırtarak giren Taliban'ı hayretle izlemeye devam edeceğiz. Muhtemelen bu esnada ya Taliban çok değişmiş diyeceğiz veya belki de Taliban hakkında üretilmiş birçok algı operasyonunun nasıl bir kurbanı olduğumuzu her seferinde hayretle göreceğiz.
ABD mi Yenildi, Taliban mı Kazandı?
ABD'nin Afganistan macerasının belli bir sona geleceği aslında bugün değil, çok önceden belli olmuştu. 2001 yılında başlayan bu maceranın hedefleri her ne idiyse bu hedefler için ödenmek zorunda kalınan bedel vakit geçtikçe daha da ağırlaşacaktı. Bu çok açık bir şekilde daha işin başında görünmeye başlanmıştı. O yüzden Biden'in Afganistan'dan çekilme konusunda vermiş olduğu karar zararın neresinden dönülürse kar olduğu yönündeki gerçekçi politikaya çok geç de olsa başvurmaktan başka bir şey değil.
Bu kararı aslında Biden'den önce Trump, Trump'tan önce Obama da verebilirdi ve hepsi de vermeyi düşündü ama cesaret edemediler. Afganistan'da harcanan her dakika ABD'nin zararına olduğu hâlde bunu halka anlatmak o kadar kolay olmayacaktı çünkü. Oraya giderken halka o kadar çok yalanlar söylendi, o kadar büyük algı mühendislikleriyle o kadar milli bir mesele hâline getirildi ki konu. Afganistan'dan geri çekilmek adeta bir vatan toprağını terk etmek anlamına gelmiş oldu ABD'de.
Bu arada Taliban'ı şeytanlaştıran yoğun algı üretimi özellikle Afgan kadınının ABD'nin korumasına ve kurtarıcılığına duyduğu ihtiyaç konusunda ABD kamuoyunu çok fazla inandırmış durumda. O yüzden ABD'nin geri çekilmesi konusunda ABD kamuoyunda en fazla işlenen konu bugün bile Afgan kadınına ne olacağı sorununa indirgenmiş durumda. ABD halkının sanırsınız en büyük tasası bu.
Aljazeera'nın Bila Hudud programının başarılı sunucusu Ahmed Mansur'un 2010 yılında Pakistan istihbaratının eski başkanı Hamid Gul ile yaptığı bir mülakat var. Mülakatı izlediğinizde aslında ABD'nin Afganistan karşısındaki durumunun bir yenilgi veya çekilmeyi zorunlu kıldığını çok net görüyorsunuz. ABD'nin buradaki her bir askerinin kendisine en az 1 milyon dolarlık bir bedeli oluyor. Burada kurmaya çalıştığı orduya yaptığı yatırımlar, ülkenin yeniden inşası için harcadığı paralara hiç değinmeyelim. 11 sene önce şekli ve mahiyeti bile çok net öngörülen bu çekilmenin neden 11 sene geciktiğini sorabiliyorsunuz sadece. Açıkça görünüyor ki o günden beri ABD için Afganistan kendi halkına büyük maliyetleri olan son derece lüks bir maceradan başka bir şey değil.
Diğerlerinin cesaret edemediğine Biden'ın cesaret etmesi, Biden'ın diğerlerinden daha cesur olduğunu mu gösteriyor? Kanaatimce bu olayın Biden'in yaşıyla da belli bir seviyeye gelmiş devlet tecrübesiyle de ilgisi var. Büyük ihtimalle başkanlık için ikinci bir fırsatı olmayacağını düşündüğü için kaybedecek bir şeyi olmadığı düşüncesiyle bu kararı rahatlıkla verebildi Biden. Kendi ülkesinin daha fazla zarar edeceği bir maceradan dönmenin yol açabileceği siyasi maliyeti karşılamaktan çekineceği bir şey yok Biden'ın. Bütün çılgınlığına rağmen Trump'tan daha cesur bir karar almış olduğunu söyleyebiliriz.
Halkına izahı zor bu cesur kararıyla birlikte Biden çekilmenin planlaması konusunda da öngörülerinin tutmamasıyla da önemli bir prestij kaybına uğradı. Taliban'ın çok hızla ilerlemesi karşısında baştan beri yine de güvendiği bir şey vardı. 20 yıldır eğitip donattığı, modern bir kurum hâline getirmiş olduğu 300 bin kişilik bir Afgan ordusunun Taliban'a karşı bir denge unsuru olarak direnebileceğini hesaplamış, bu hesabını da kamuoyuyla defalarca paylaşmıştı. Bu ordunun en azından Taliban'ın Kabil'e girmesini engelleyerek oluşabilecek müzakerelerde ona karşı bir denge oluşturacağını hesaplamıştı. Yani hesap Afganistan'ın tamamen Taliban'a terk edilmesi değildi. Ancak Taliban'ın salmış olduğu dehşet veya rüzgâr karşısında Afgan ordusu tek bir mermi sıkmadan Kabil'i ona teslim etti.
O kadar ki, Taliban bile buna hazırlıklı değildi. Nitekim müzakereler devam ediyordu ve bu müzakereler için sondan bir adım öncesinde kararlaştırılmış olan mekân Kandahar'dı. Gerekçesi de Molla Birader'in Kabil'e gidemeyeceği, ancak Taliban kontrolündeki Kandahar'a gidebileceğiydi. Günün sonunda Taliban kendisini Kabil'in merkezinde buldu.
Taliban'a gelince. Onlarla ilgili çok çarpıcı bir karşılaştırma yapılıyor Arap medyasında. Onlar hiçbir zaman Rambo filmlerini izleyen bir neslin çocukları değildiler. Yani ABD askeriyle karşılaştıklarında önceden kafalarında Hollywood'da üretilen Amerikan askerinin olağanüstü kahramanlıklarına dair imaj ve hikâyeler yoktu. ABD askerinden korkmalarını gerektirecek hiçbir ideolojik uyuşturucu almış değillerdi. Gerçek bir karşılaşma oldu. Kendi topraklarında daha önce benzerlerinden farklı olmayan bir işgalci güç olarak gördükleri ABD'ye karşı bir bağımsızlık savaşı verdiler.
Taliban'ı terörist olarak niteleyenlerin bilmeleri gereken şey, onların Afganistan dışında başka bir ülkede hiçbir faaliyetlerinin olmaması. Sadece kendi topraklarında işgale karşı direndiler. Bundan dolayı onlara terörist yaftası sadece işgalciler tarafından yakıştırılabilirdi.
Üstelik onlar 2001 yılında işgalciler geldiklerinde en az 5 yıldır Afganistan'ı yöneten bir gruptular. Terörizmle tek bağları, 11 Eylül saldırılarının talimatını veren Usame b. Ladin'i ABD'ye teslim etmemiş olmalarıdır. Bu da onlar açısından, ülkelerinde himayelerindeki birini düşmanına teslim etmeme yönünde tamamen geleneksel-ilkesel bir tutumdu.
Ayrıca Taliban hakkında çok uzman gibi konuştuğu hâlde en basit gerçeği bilmeyip hâlâ onları selefi diye niteleyenler var. Daha önce de söyledik. Taliban Selefi bir hareket değil, olabildiğince geleneksel medrese çizgisinde Hanefi-Maturidi anlayışa sahiptir. Arap dünyasında aşina olduğumuz Selefilik neresinden bakarsanız, modernizmle etkileşim içinde oluşmuş bir ideolojidir.
Taliban'ın İslâm anlayışı gelenekselci değil gelenekseldir, bunun da özellikle altını çizelim. Yapı Hanefi-Maturidi mezhebine dayalı kesintisiz bir medrese geleneğinin hiç güncellenmemiş bir külliyatını günümüze taşıyor ve uyguluyor. Yönetimden ayrılmak zorunda kaldığı 20 yıllık süre içinde ise hiç boş durmamış, muhtemelen bu külliyatın en azından bir kısmını güncelleme ihtiyacını gerçek anlamda hissetmiştir.
En azından verdikleri mesajlar bu güncellemeyi yapmış olduklarını gösteriyor.
Afganistan'da Değişim ve “İslâm Dünyası” Kavramına Yansımaları
ABD'nin dünyanın parasını dökerek kurduğu orduların, kendisi fiilen aradan çekilir çekilmez çökmesini isteyen hâlâ onun gücünü ispatlayan bir örnek olarak okuyabilir. Yani birçok yerde kurulu müesseseleriyle işlemekte olan birçok rejimin varlıklarını ve hayatiyetlerini aslında ABD'nin fiilî desteklerine borçlu olduklarını gösteren bir olay olarak.
Abdullah Muradoğlu Yeni Şafak gazetesindeki bir yazısında hatırlattı. Önceki ABD başkanı Trump Suudi Arabistan Kralı'na bütün nobranlığıyla “Ey kral, biz olmasak bir hafta ayakta duramazsın, bizim sayemizde hüküm sürüyorsun!” diye seslendiğinde kastettiği tehdidin çok da boş olmadığı Afganistan'da ispatlanmış gibi oldu. Belki bu örnekten yola çıkarak İslâm dünyasındaki bazı rejimlere ABD'ye her şeye rağmen ne kadar çok şey borçlu olduğu hatırlatılmış oluyor.
Doğrusu sanki bir yerden bu veya başka bazı hatırlatmalar yapılmış gibi ne İslâm dünyasında ne de Arap dünyasından Afganistan'da olup bitenlere dair doğru dürüst hiçbir resmî açıklama veya tutum görülmüyor. Herkeste bir bekle-gör tavrı hâkim.
Oysa Filistin meselesini saymasak, çok az konu Afganistan'da olup bitenler kadar ve her bakımdan İslâm dünyasını etkiler, etkilemiştir.
En azından son kırk yıl içinde Afganistan'da yaşanan bütün olaylar doğrudan veya dolaylı olarak İslâm dünyasında yansımasını bulmuştur. Sovyet işgali esnasında Afganistan bütün İslâm dünyasının meselesiydi. Orada yaşanan savaşa adeta İslâm dünyasının tamamı, gönüllüleriyle, resmi siyasi tavırlarıyla veya sivil toplum kuruluşlarının yardımlarıyla katıldı. Bu katılım dolayısıyla bütün İslâm dünyasının Afganistan'da sonradan yaşananlara dair bir payı (sevabı veya vebali) oldu. İşgal sonrası ve Taliban öncesi siyasi atmosferde yaşanan kabileci veya savaş lordları rekabetlerine de aynı ölçüde herkes katkıda bulundu. Sonrasında yaşananlar da Arap ve İslâm dünyasını hep ilgilendirdi.
Yani Afganistan Arap İslâm dünyasının hiçbir köşesine uzak değil. Hiçbir noktası da Afganistan etkisine uzak değil. Bugün Türkiye'de de Afganistan ilgisini ülke için lüks görenler en iyi ihtimalle sadece cahilliklerinden böyle konuşuyor. Aynı insanların günün sonunda Türkiye'de Afgan göçmenlerin ne aradığını sormaları az aklı olan herkesi çileden çıkaracak bir aymazlık. Türkiye'de Afgan göçmen veya mültecisini istemiyorsanız bile Afganistan meselesine yoğun ilgi göstermek zorundasınız. Orada en yoğun diplomatik veya askeri etkinlikler içinde olmanız gerekiyor. Kuşkusuz Türkiye'nin Afganistan ilgisi bunun da çok ötesinde kendi varlık ufkunun kaçınılmaz bir sonucu.
Afganistan meselesi aslında belki yeni bir dünyanın inşa edileceği bir süreci başlatıyor. Olayı sadece bütün “korkunç” görünümleriyle ve tabii ki algılardaki bagajıyla Taliban'ın Kabil'i ele geçirmesinden ibaret görmemek lazım. Doğrusu, en az 15 yıldır yaşanmakta olan bir değişim baskısının patlak verdiği bir olay olarak okumak daha doğrudur.
15 yıldır ABD İslâm dünyasında bu tür sosyal-siyasi mühendislik faaliyetlerinin sürdürülemez olduğunu idrak etmiş durumda. Geri dönüş ve yeni bir siyasi tarz için sadece cesur bir adım atması gerekiyordu. 15 yıldır ertelenen bu karar artık neye mal olursa olsun denilecek şekilde alınmak durumunda kalındığında, sadece Afganistan'la sınırlı kalmayacak, bütün dünyayı etkileyecek bir değişim dalgasının da önü istenmeden de olsa açılmış oldu. Bu dalganın dünyayı nereye doğru taşıyacağı sanıldığının aksine hiç de belli değil ve tamamen siyasi aktörlerin etkinliklerine göre belirlenecektir.
Peki böyle bir değişim dalgası karşısında genel olarak İslâm dünyasının, Arap dünyasının tavrı veya hazırlığı nedir?
İslâm dünyasının aslında bu tür hadiseler karşısında çok daha organize olması ve ortak bir akıl geliştirme konusunda bir hassasiyet içinde olması gerekmez mi?
Ne yazık ki, ne Arap dünyasından ne de İslâm dünyasından bu doğrultuda hiçbir çaba görülmüyor. Oysa bu tür hadiseler belki Müslüman ve Arap ülkelerinin bir araya gelme, ortak akıl veya çözümler geliştirme konusunda istidatlarını artırıcı vesileler oluşturabilir.
Bu konuda hiç kuşkusuz Türkiye ile birlikte Katar'ı, Pakistan'ı ve Kuveyt'i ayrı tutmak gerekiyor.
Katar çok erken bir aşamada Taliban'a açmış olduğu ofisle, ona on yıla yakın bir zamandır yaptığı ev sahipliğiyle diplomatik etkinliğini, siyasi derinliğini ve vizyonunu kanıtlamış oldu. Onun bu rolünü kafalardaki klişelerle Taliban hamiliğine indirgeyenlere inat, Taliban'la 14 yıldır anlaşmanın zeminini arayan ABD bile Katar'ın bu rolünü takdir ediyor. Taliban ise bugünlerde ortaya koyduğu yeni yaklaşımını bir ölçüde de Katar'daki mesaisinden sağladığı siyasi ve entelektüel vizyonla beslemiş görünüyor.
Arap dünyasında Taliban hakkındaki resmi tutumlarda bir seyircilik hâkimse de resmî veya sivil medyası Türkiye'dekinden farksız, Taliban'ı hâlâ eski görüntüleriyle şeytanlaştırmaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyor. Son 25 yıldır ABD'nin Afganistan'daki varlığını ve İslâm dünyasındaki bütün faaliyetlerini meşrulaştırmak için kullandığı bütün İslâmofobik malzemeler Türkiye medyasından daha da fazla Arap medyasında tedavüle sokulmuş durumda.
Talibanfobi ile İslâmofobiyi neden birbirine karıştırdığımız sorulabilir burada. Taliban'ı savunan bir cümle kurma peşinde değiliz elbet, ancak şu anda Taliban'ı kötülemek için kullanılan sembolik üretimlerin tamamı söylemsel olarak ve kaçınılmaz biçimde İslâmofobi ırmağına akıyor. İslâm'da sakal, kılık-kıyafet, burka zorunluluğu olup olmaması varsa sınırlarının ne olduğu bu saatte kimsenin aklına gelmez bile. Bu kadarı Batı basınında bile yer almıyor.
Bu arada Almanya Şansölyesi Merkel'in bile Taliban'ın değişmiş olma ihtimaline büyük bir umut bağladığı yerde, Arap dünyasının bu Taliban imgeleriyle İslâmofobi ateşine odun taşımaya devam etmesi bir tek şeyi işaret ediyor gibi: Değişim dalgaları önce önyargılarını değiştirmemekte ısrar edenleri vurur.
Dere yatağına kurulan devletleri sel götürür.
ABD'nin Kurduğu Afgan Devletinin Çöküşü
ABD'nin Afganistan'dan çekilmeyi uzun zamandır düşündüğü hâlde, bu düşünceyi Biden'ın kararlı tutumuyla hızla uygulamaya geçirmesi sadece Afganistan'ı veya ABD'yi etkilemeyecek ciddi bir deprem etkisi yapmış görünüyor. Bu depremin bölgesel etkisinin yanında küresel bir etkisi de olacağı şimdiden çok açık görünüyor. Dünya merkezinin batıdan yola çıkarak kendine yeni bir adres arayacağı bir hareketliliğin yaşandığına şahit oluyoruz. Yenilmez ABD'nin mevcut medeni ölçülere göre ilkel bir yapılanmaya karşı uğradığı yenilgi gizlenemez hâle gelmiş oldu.
Taliban yönetimindeki Afganistan'ın NATO kontrolünden çıktıktan sonra kaçınılmaz olarak dâhil olacağı yeni uluslararası ilişkiler ağı dünyadaki güç dengesinin yerinden oynamasını kaçınılmaz hâle getiriyor. Bu konuda Rusya ve Çin mevcut güçler içinde ilk akla gelen denge unsurları. Birçok yorumcu bu süreçte ABD'nin çekilmesinin gerçek olmadığını, aslında bir oyun oynamakta olduğunu söyleyerek ABD'nin gücüne olan imanlarını tazelemeye devam ediyorlar. Bunu söyleyenler muhtemelen ABD'nin bir plan dâhilinde kendi itibarını, imajını bir daha hiç onarılamayacak bir biçimde tahrip etmiş olduğunu düşünüyorlar. Oysa böyle planlar yapmak devletlerin varoluş mantığına aykırı. ABD gibi bir devlet sırf kazanacağı üç beş şey için kendi hanesine bu kadar büyük bir hezimet yazdırmaz, yazdıramaz.
Başka bazıları da bu işin sonunda ABD'ye karşı savaşı kazananın Afgan halkı veya Taliban değil Çin veya Rusya olduğunu söyleyerek bu sefer yine başka bir süper güce iman ederek bir türlü Afgan halkının gücüne inanmayı denememiş oluyorlar. Üstelik Taliban'ın ABD'yi kovup onların yerine Rusya ve Çin'i aynı protokolle, yani işgalci olarak Afganistan'a sokmayacağı aşikâr iken böyle bir yorumun nasıl yapılabildiği hayreti muciptir. Neticede Taliban'ın direnişini motive eden en önemli değer ülkeyi işgalden kurtarmak oldu hep. Bu değer ona herhâlde ABD yerine Çin'i, Rusya'yı veya başka herhangi bir gücü ikame etmesine izin vermez. Elbette bu yeni dengede Çin ve Rusya'nın yanı başlarındaki bir ABD varlığının uzaklaşmış olmasından dolayı sevinçli oldukları, kazançlı çıkacaklarını düşünmeleri çok açıktır, ancak birilerinin zannettiği gibi bu, onların ABD yerine ikame olacakları anlamına gelmiyor. Afganistan'ın çok zengin yeraltı kaynaklara sahip olduğu ve bu kaynaklara Çin'in ilgisi olduğu konuşuluyor. Doğrudur. Afganistan üzerine plan yapan herkes bu kaynaklara tamah etmiştir, ama şu ana kadar bunun için Afganistan topraklarına gömdükleri yatırıma denk bir kazançla çıkan olamamıştır. Bundan sonra da Çin veya başka bir ülke Afganistan'daki yer altı kaynaklarıyla ilgilenebilir, ilgilenecektir de. Ancak bu ilgi bu kaynaklara bir el koyma şeklinde olduğu takdirde bunun kimseye bir faydası olmadığını herkes yeterince açık bir biçimde öğrenmiş olmalı. Elbette Afganistan'ın kendi madenlerinin çalıştırılması ve satılmasından bir zararı değil kazancı olacaktır. Üstelik serbest pazarda sadece Çin değil herkes bu maden varlıklarına alıcı olabilecektir. Yeter ki bu ilgi, bu kaynaklara işgal yoluyla el koymak ve ülkeyi kendi kaynaklarını kendi kalkınması için değerlendirebileceği girişimlerden geri bırakmak şeklinde olmasın.
İkisi arasında çok ciddi bir fark vardır. Doğrudan veya dolaylı işgalcilerin bir ülkeyi sömürmelerinin yolu genellikle budur. Afganistan'ın dillere destan yeraltı kaynakları aslında kendi halkı tarafından değerlendirildiğinde ülkenin başka hiç kimseye ihtiyacı olmayacaktır. Körfez ülkelerinin sahip olduğu kaynaklara denk, belki onlardan bile daha zengin kaynakları var Afganistan'ın. Bu saatten sonra onları kendi iradesiyle ve elbette başka ülkelerle kurabileceği ticari veya ortak yatırım süreçleriyle ülkenin kalkınması için çok ciddi bir biçimde değerlendirebilir. Bunu yaptığı takdirde Afganistan'dan dünyanın her tarafında doğru yaşanan ekonomik göçleri hızla durdurur, hatta bu göçleri geri çekebilir bile.
Ancak şimdiye kadar bu kaynaklar, sürekli işgallerden ve iç karışıklıklardan dolayı doğru dürüst değerlendirilememiştir. Aslında ABD bile bu kaynaklara ihtiyaç duyuyor idiyse, işgal etmek yerine Afgan halkının mülkiyet hakkına saygı duyarak, bir ticaret çerçevesinde yaklaşabilirdi. Böyle yapsaydı ne sonucu hüsran olan böyle bir maceraya katlanmak zorunda kalırdı ne de her şeye el koyayım derken elindekinden de olurdu.
ABD'nin Afganistan'dan çekilme esnasında bütün çıplaklığıyla ortaya çıkan bir gerçeklik de, işgal yoluyla oluşturulmaya çalışılan sosyal mühendislik faaliyetinin tek başına hiçbir şey ifade edemediğidir. Toplumları istediği gibi şekillendirebileceğini düşünen siyasi aktörler, dünyanın parasını dökerek yarattıkları ordular, sosyal kurumlar, medya ve eğitim kurumlarıyla istedikleri toplum tipini oluşturamıyorlar. Veya bu yolla oluşturdukları toplum hiç hesaba katılmayan bir anda yerle bir olabiliyor. Dünyanın parasını dökerek yapılan son derece lüks bir bina, dere yatağına yapılmışsa, çöküp gitmesi için sadece yoğun bir yağmur gerekiyordur. O yağmurla birlikte gelen bir sel dere yatağına yapılan o lüks binaları hallaç pamuğu gibi savurur. ABD'nin Afganistan'da adeta dere yatağına kurmuş olduğu, bina olarak, kurum olarak, son derece mükemmel kurumları, 300 bin kişilik donanımlı ve eğitimli ordunun önemli bir sorunu vardı. Afgan halkının hayatının, onurunun, değerlerinin aktığı dere yatağına kurulmuştu ve o hayat aktığı zaman önünde hiçbir şey duramamış oldu.
Prof. Dr. Yasin Aktay