TARİH NİÇİN TEKERRÜR EDER?

tarih tekerrür

İnsan akıllı bir varlıksa niçin tarihten ders almaz? Uzak değil yakın geçmişte yaşanan olaylara dahi niçin ibret nazarıyla bakmaz? Kur’ân-ı Kerim'de bu konuda pek çok uyarıcı ayetler yer alırken özellikle dünya Müslümanları bu uyarıları niçin kulak ardı eder; tarihten ders alma konusunda niçin vurdumduymaz davranır?


Bu sorulara, “insanın nisyan ile malul olması” cevabının verilmesi, bırakın geleceği, günü kurtarır mı? Elbette kurtarmaz. Tarihte yaşanan acı bir tecrübenin aylara, yıllara hatta asırlara yansıyan yıkıcı faturaları nasıl unutulur. Dün Balkanlar, bugün Afganistan ve daha niceleri hep bu nisyanın faturalarını ödüyor ve ödemeye de devam edeceğe benziyor.

Sünnetullahın gereği budur. Hayatın yasaları bu sonuçları doğuruyor. Nasıl ki fiziksel, kimyasal, biyolojik ve coğrafi yasalar varsa beşerî ve sosyal alanların da yasaları vardır. Tarihin de bir yasası var. Evrene ait yasaların değişmezliği ve sebep-sonuç ilişkisindeki katı niteliğine karşın sosyal yasalarda da bir esnekliğin söz konusu olduğu bilinmektedir. Evrenin yasalarındaki kesin ve katı sebep-sonuç ilişkisi, toplumsal yasalarda daha esnek ve uzun vadeli sonuçlar doğurmaktadır. Toplumsal yasalardaki sebep-sonuç ilişkisinin esnek niteliği -dünya imtihanının temel esprisi olduğundan- bir başka makalenin konusudur. Ancak tarih de toplumsal yasalar çerçevesinde mercek altına alınması gereken hayati öneme sahip bir alandır.

19'uncu yüzyıla kadar Balkanlarda, Arap Yarımadası'nda, Kuzey Afrika'da Osmanlı ahalisi ve özellikle Müslümanlar arasında birlik, beraberlik, yardımlaşma ve dayanışma hâkimken tüm ahali huzur ve barış içerisinde yaşıyordu. Ne zaman ki bu güzel erdemler sosyal hayattan uzaklaştı, kaybeden taraf hep Müslümanlar oldu. Yaklaşık beş asır Osmanlı hâkimiyetinde barış ve huzur içerisinde yaşayan Balkanlarda 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, hangi yerleşim birimi işgale uğramışsa o yörenin Müslüman ahalisi çok değil üç beş gün içerisinde hem biyolojik hem de kültürel soykırıma maruz kaldı, geride huzur ve barıştan eser kalmadı.

Yine Arap Yarımadası'nda Müslümanlar arasında baş gösteren kin, nefret, nifak ve tefrika gibi toplumu yok edici hissiyatlar, Osmanlı coğrafyasını talan etmek isteyen emperyalistlere bulunmaz fırsatlar tanıdı. Aynı dönemde Rusya'nın İran, Buhara ve diğer bazı Müslüman yerleşim birimlerini işgali hep “medeniyet götürme” kamuflajı altında gerçekleşti. “Medeniyet götürme” kamuflajının altında daima Müslümanların vesayete muhtaç olduğu düşüncesi yatmaktadır. Bu düşünceyi besleyen şey ise dünya Müslümanlarının kendi aralarında birliği, beraberliği, yardımlaşmayı ve dayanışmayı; en önemlisi sevgiyi tesis edememeleridir. Bugün İslâm coğrafyası bir uçtan diğer uca savrulmuşsa, Müslümanlar birbirlerine karşı güzel duygularla mukabele edemiyorlarsa, birbirlerini haset, kin, nefret ve tefrikayla yiyip bitiriyorlarsa ortaya çıkan durumun baş müsebbibi yine Müslümanların kendileridir.

Medeniyet ve insanlık kamuflajına bürünerek İslâm coğrafyalarını işgal eden Batılı devletlerin “Asayişi temin etmezsen ben edeceğim.” demesine fırsat verenlerin sorumluluğunu görmezden gelmek mümkün değildir. Aslında bu hitabın diğer bir ifadeyle “Seni ben yöneteceğim.” anlamına geldiği de açıktır. Müslümanların üzerlerine düşen görev ise işgale yol açan kargaşa ortamına sebebiyet vermemek, milletçe birlik ve beraberlik üzere hareket etmekten başka bir şey değildir. Böyle bir durumda dünyanın herhangi bir yerindeki Müslümanın takınacağı tavır ise derin bir şekilde üzülmek, herhangi bir Müslüman toprağının maruz kaldığı istila ve işgalin yalnız o ülkeye değil tüm İslâm âlemine karşı yapıldığı bilinciyle insani ve dinî bir sorumluluk üstlenmektir.

Emperyalist Batılı devletlerin güttüğü uluslararası siyasetin tek amacının, Müslüman devletleri ve milletleri yekdiğeri aleyhine kışkırtarak birbirine düşürmek olduğu hiçbir zaman unutulmaması gerekmektedir. Dünya Müslümanların maruz kaldığı bu acı durumu dikkate almayan, düşünmeyen, bu gibi haberleri sadece haber kuşaklarında izleyip de sıradan bir olay gibi telakki eden, dünyanın hangi köşesinde olursa olsun bir Müslümanın hüznüyle, gamıyla duygulanmayan Müslümanlar; Müslümanca ve insanca tavır sergilemekten çok uzaktırlar. Müslümanlar arasındaki bu duygusuzluk, bu hissizlik ve birbirine karşı yabancılık ne zamana kadar devam ederse Müslümanlar o zamana kadar bu gibi işgal ve sömürüye maruz kalırlar.

Fıtratında sömürgecilik yatan emperyalist Batı, dünya Müslümanlarının özellikle son iki asırdır sergiledikleri bu perişan manzarayı kendilerine davetiye olarak algılamakta ve “medeniyet götürme” iddiasıyla İslâm coğrafyalarını işgal etmektedir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde tüm Osmanlı coğrafyasında yaşandığı gibi, son çeyrekte Afganistan, Irak ve Suriye fiilî işgallere sahne olmuş İslâm coğrafyalarıdır. Önce Rusya, ardından Amerika'nın aynı gerekçelerle girdiği Afganistan'a medeniyetin kırıntısını dahi götürmeyen işgalciler, ülke yönetimini her defasında işbirlikçilerine tevdi edip vekâlet yoluyla ülkenin zenginliklerini sömürmeyi ve kültürünü ifsat etmeyi hedeflemişlerdir. Nitekim yaklaşık on yıl süren savaş ve işgalin ardından Rusya; yirmi yıl süren savaş ve işgalin ardından ABD Afganistan'a felaket ve kaostan başka bir şey bırakmamıştır. Bu durumdan sömürgeciler kadar hatta daha fazla sorumlu tutulması gerekenler dünya Müslümanlarıdır.

Dünya Müslümanları Kur’ân-ı Kerim'in ifadesiyle “Ancak mü'minler kardeştir.” düsturunu özümseyerek kardeşliğin gereğini hayata geçirebilmiş olsalardı, “Doğudaki Müslümanın acısını batıdaki Müslüman hissetmeli.” buyruğunu kendilerine ilke edinselerdi bu vahim ve perişan hâlin yaşanması söz konusu olmazdı. Yeryüzünde adaletin daim olması Müslümanların birlik ve beraberliğine ve birbirlerini sevmelerine bağlıdır. İslâm dini bunu emrettiği gibi tüm tecrübeler de bunu göstermektedir. Dünya Müslümanları birbirleriyle çekişmeyi, didişmeyi bırakmalı, toplumda dinî ve millî bir sevginin oluşmasına bütün güçleriyle çalışmalıdır. Bu yolda çalışmayan, birbirini sevmeyen milletlerin ve ümmetlerin yok olduğunun birinci şahidi Kur’ân'dır. Mazi bunun örnekleriyle doludur. Daima maziye bakmalı ve ibret alınmalıdır.

Balkanlardan Hicaz'a, Fas'tan Afganistan'a, Orta Asya'dan Güney Afrika'ya kadar tüm İslâm coğrafyalarında yaşanan ve emperyalist Batılı devletler eliyle gerçekleşen işgal ve felaketlerin mükerreren tekrar eden süreçlerden kaynaklandığı açıkça görülmektedir. Müslümanların kendi aralarında tesis edemediği toplumsal birlikteliği Batı'dan beklemeleri, asırları kuşatan İslâm medeniyetini görmezden gelip yabancı kültür ve medeniyetten medet ummaları yürekler acısı bir durumdur. Tarihin tekerrür eden sayfaları bunun örnekleriyle doludur. “Gâvurdan dost olmaz.” özdeyişi yabana atılacak bir cümle değildir. Dostluk başka, insanlık paydasında karşılıklı çıkar ilişkisi çerçevesinde diyalog kurmak başka şeylerdir.

Dün Osmanlı coğrafyasında, bugün ise Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Yemen'de ve diğer Müslüman coğrafyalarda yaşananlar, sünnetullahın sosyal yasaları gereği tekerrür edip durmaktadır. Millî Şair Akif'in dediği gibi ibret alınsaydı tekerrür etmezdi. Netice itibarıyla Avrupa'dan medeniyet beklemenin beyhudeliği dikkate alınarak tarihin tekerrür tokadına her defasında daha büyük bir acıyla maruz kalmamak için Müslüman coğrafyalarda toplumsal birlikteliğin diğer bir ifadeyle fikirde ve eylemde birlik ve beraberliğin sağlanması gerekmektedir.

Hasan Yıldız

tefsir dersi 2020

Yazanlarımız