İSRAİL TERÖRÜ VE YAHUDİLİK - 1

israil teroru ve yahudilik   1 besir eryarsoy

7 Ekim itibariyle İslâm ümmetinin bağrına saplanmış paslı bir hançer gibi duran ve her geçen gün bu pasın zehirlerini daha da etkin bir şekilde yaygınlaştıran, kendisine İsrail denilen bir terör teşkilatı münasebetiyle Hz. Musa’nın (as) getirdiği Allah nezdinde kabul edilen din olan İslâm dininin günümüz Yahudiliğine nasıl evrildiğinin temel bazı hususlarına, özellikle Kur’ân-ı Kerim ve tarihteki temel ve karakteristik çizgilerin ışığı ile birlikte birkaç noktaya parmak basmak istiyoruz.

Hazreti Musa’nın (as) Getirdiği Din ve Yahudilik

İlk ele alınması gereken mesele; Hz. Musa’nın (as) getirdiği, Tevrat’ın (tahrif edilmemiş şekilleriyle Zebur ve İncil ile birlikte) temel kitabını teşkil ettiği bir dindir. Esas itibariyle İslâm dininin, zamanla değişebilen fer’i ve şer’i hükümleri dışında özellikle inanç ve ahlâk sisteminin ağırlıklı olarak aynen muhafaza edildiği bir dindir, Hz. Musa’nın getirdiği.

Dolayısıyla gerçek anlamda, Hz. Musa’nın (as) ve onun izinden giden Hz. İsa’ya (as) kadar gelen hak peygamberlerin yolundan gitmek isteyenlerin, gerçekten samimi ve doğru bir Yahudilik arayışı içerisinde olanlarının önünde esas itibariyle İslâm’ı ve İslâm’ın hakikatlerini bilip tanımaktan, kabul etmekten başka çıkar yol yoktur. Çünkü Tevrat’ın tahrif edildiği tartışılmaz bir gerçektir.

Nebilerin elleriyle getirilen ve tebliğ edilen, gerçekte İslâm dininin kendi zamanlarındaki muhtevasını teşkil eden dinin, sonradan çeşitli etkenler neticesinde insanların kendi elleriyle tahrif ettikleri ve ortaya çıkardıkları “Yahudilik” denilen din ile bir alakasının olmadığının bilinmesi gerekir. Bunun tarihî sebepleri belli olduğu kadar, tartışılmaz tarihi bir gerçektir.

Günümüz Yahudilerinin kendilerini mensup kabul ettikleri ve bu inançlarının asıl ve ilk temsilcileri saydıkları İsrailoğulları’nın içinden geçtiği tarihi şartlar gerçekten de ağırdır. Yüce Allah’ın: “O vakit Rabbin onlara kıyamet gününe kadar üzerlerine mutlaka kendilerini en kötü azaba uğratacak kimseler göndereceğini bildirdi…”1 ayet-i kerimesi hem onların tarihlerinin zor ve ağır şartlarını hem de bu tarihi yaşamaya dünyada mahkûm edilmelerinin sebeplerinin kendilerinden kaynaklandığını göstermektedir. Bunun için bazı örnekler de vermek mümkündür.

Bunların ilk hatıra gelenleri Buhtunnasr’ın Orşelim denilen Kudüs’ü tahrip etmesi ve burada yaşayan ahalinin büyük bir çoğunluğunu esir alıp sürgüne göndermesidir. (M.Ö 586) Diğer taraftan M.Ö 203 yılında Yahudiler ikinci defa yine Suriye ve Irak tarafından gelen güçlü orduların etkisi ile ağır vergilere mahkûm edilmiş ve dinlerinden ötürü baskı görmüşlerdir. M.Ö 60’lı yıllarda Romalı Büyük Pompei İsrailoğulları’nın bu topraklarını istila edip Roma devletine katmıştır. M.S 70 yılında Yahudiler Romalılara karşı ayaklanınca bu sefer Romalılar Orşelim’i (Kudüs’ü) almış ve kralları Titus mabedlerinin yakılmasını, ahalinin birçoğunun öldürülmesini, geri kalanların ise esir olarak satılmasını emretmiştir. Kısa bir süre sonra Orşelim tekrar bayındır bir hale gelmiştir. Fakat bu sefer Romalı İmparator Adrian’a karşı M.S 135’te bir ayaklanma gerçekleşince bu sefer şehrin temelden yıkılması emredilmiş, beş yüz bin Yahudi öldürülmüş, geri kalanları krallığın dört bir yanına dağıtılmıştır.

Yahudilerin İslâm’ın hakimiyeti altında rahat ve huzur içerisinde yaşadıkları dönemi istisnâ edecek olursak İslâm’ın gelişinden sonraki dönemde Yahudiler, Avrupa devletlerinin ağır baskıları altında yaşadılar. İspanya’dan ve Portekiz’den kovuldular ama zamanla bu kovulmaları sadece burası ile sınırlı kalmadı. Kral Edward İngiltere’den Yahudiler’i 1290 yılında, Kral Güzel Filip Fransa’dan 1306 yılında kovdu. Macaristan’dan 1360 yılında, Belçika’dan 1370 yılında, Çekoslavakya’dan 1380 yılında, Avusturya’dan 1420 yılında, Hollanda’nın Uttrecht şehrinden 1444 yılında, İtalya’dan 1540 yılında, Almanya’dan 1551 yılında sürgün edildiler. Rusya’dan 1510 yılında kovulmuşlar, ilerleyen zamanlarda tedrici bir şekilde çeşitli baskılara da maruz kalmışlardır. Bu baskıların en belirgini Ukrayna’da 1919 yılı boyunca maruz kaldıkları baskılardır…2

Baskı, zulüm ve sürgünler, yazı ile kayıt altına almanın pek yaygın olmayışı, Tevrat’a dair bilginin sadece bir kabilenin (Lavililerin) tekelinde bulunması gibi sebeplerin neticesinde Tevrat’ın asliyeti kaybolmuş ve Tevrat tahrifata uğramıştır. Bu hususa dair fazla tafsilata girmeden Kur’ân-ı Kerim’deki bazı buyrukları hatırlatmanın temel bir bilgi olarak yeterli olacağı kanaatindeyim. Mesela Bakara, 78-79. ayet-i kerimeler (meâlen) şöyledir: “Aralarında kuruntu dışında kitabın ne olduğunu bilmeyen ümmiler de vardır. Onlar yalnız zannediyorlar. Elleriyle (tahrif ettikleri) Kitab’ı yazıp sonra az bir paha ile onu satabilmek için bu Allah’ın katındandır, diyenlerin vay haline! Vay elleriyle yazdıklarından başlarına geleceklere, kazandıkları yüzünden vay onların haline!…”

Onların bu tutumları haliyle süreç içerisinde kendi dışındakilere karşı tutumlarını ve ilişkilerini de etkilemiştir: “(Ey iman edenler!) Artık bunların size inanacaklarını mı umarsınız? Halbuki onların arasında öyle bir kesim vardır ki Allah’ın kelamını dinleyip anladıktan sonra dahi onu bile bile tahrif ederlerdi. Müminler ile karşılaştıklarında iman ettik, derler. Birbirleriyle baş başa kaldıklarında Allah’ın size açtığını (bildirdiği vahyi) onu Rabbinizin huzurunda size karşı delil getirsinler diye mi onlara haber veriyorsunuz, akıl erdiremiyor musunuz, derler.”3

Bu tutumu sergileyenler yaptıklarının Tevrat’la alakasının olmadığını, Tevrat’ın gerçek mahiyetini değiştirecek türden faaliyetler olduklarını bilerek yapıyorlardı. Üstelik dinleyenlere anlattıklarının, onlara takdim ettiklerinin tamamının Allah’ın kitabı olduğu izlenimini vermeye çalışıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim onların bu hallerini de şu şekilde özetlemektedir:

“Onlardan gerçekten öyle bir kesim vardır ki, siz onu kitaptan sanasınız diye kitap ile dillerini eğip bükerler. Halbuki o (size naklettikleri) kitaptan değildir. Bu Allah nezdindendir, derler. Halbuki o Allah nezdinden değildir ve onlar Allah’a karşı bile bile yalan söylerler.”4

Özetle söyleyecek olursak: “Yahudiler kendi heva ve heveslerine uymayan ne kadar Tevrat hükmü varsa (süreç içinde) mutlaka tahrif edip tebdile uğratmışlardır. Onda açık ya da kapalı Musa’nın (as) şeriatinden sonra gelecek ve bu nebilerin ve şeriatlerinin lehine delil teşkil edecek her ne varsa mutlaka onları sildiler, tahrif ettiler ve gözlerden sakladılar.”5

Yahudi Metinleri

Süreç içerisinde tarihsel şartların yanı sıra hak dinin mahiyeti ile adeta hiçbir surette barışmayan, hatta düşmanlık besleyen “Yahudilik tabiatı” denebilecek bir karakter, zamanla Tevrat’ın tahrif edilmesi neticesini vermiştir. Buna bağlı olarak ortaya atılan ve muteber kabul edilen Yahudilik dininin kaynakları haline gelen çeşitli birtakım metinler, Tevrat’ın ve Musa’nın (as) şeriatinin oyuncak haline getirildiğini söylemenin mübalağa sayılamayacağı bir hüviyete sokmuştur. Bunun neticesinde -kısaca mahiyetlerine değineceğimiz- şu metinler Yahudiliğin muteber sayılan metinleri halini almıştır:

1. Yeni Ahid diye de bilinen Yahudi şeriatının esasını teşkil eden beş sifri/kitabı ile Tevrat başta gelir. Tevrat; Tekvin, Huruc/ Çıkış, Lavililer (Din adamları/hahamlar), Sayılar, Tesniye olmak üzere beş bölümden ibarettir. Yahudiler bunların Hz. Musa’ya (as) Rabbinden Sina’daki Tur dağında indirildiğine ve onun da bunları aldığı şekilde yazılı olarak kavmine teslim ettiğine inanırlar.

2. Talmûd: Tevrat’ın zaman içerisinde yazılan şerh ve haşiyelerine verilen isimdir. Yahudiler Tevrat’ı metin, Talmud’u da onun şerhi ve haşiyesi olarak kabul ederler.

3. Talmud iki kısımdan ibarettir. Bunlar Mişna ve Cumâre diye bilinir ki Ferisî taifesi Talmud’u bu kısımlarıyla Tevrat gibi hatta daha ileri kabul ederler. Tevrat’ın tek başına hiçbir faydasının olmayacağını, Mişna ve Cumare olmadan ondan yararlanılamayacağını söylerler. Talmudcular şeriatlerinin yazılı ve şifahi olmak üzere iki kısma ayrıldığını, yazılı olanın beş bölümüyle Tevrat olduğunu kabul ederler. Şefevi yani sözlü olanı ise Mişna’nın muhteviyatını teşkil etmektedir.

4. Senhedrin: Bunlar Mişna’nın kısımları arasında yer alan dördüncü risaleyi teşkil eder. Suç ve cezalara ait ve çeşitli ahkâma dair hükümler ihtiva eder.6

Bu ilave ve eklerin yanında Tevrat’ın muhtevası içerisinde çeşitli tetkik ve tenkitlerden elden geçmesi halinde ilâhî kelamdan olmasına imkân bulunmayan pek çok belgelerin de eklenmesi ile bunun Hz. Musa’nın (as) getirdiği metin ile herhangi bir alakasının olmadığı çok rahat bir şekilde anlaşılabilmektedir.

Dolayısıyla bugünkü haliyle Yahudiliğin Yüce Allah’ın kullarına karşı adaleti, doğruluğu, sadakati, adaletle muameleyi öngören bir muhtevaya sahip olması gereken ve öyle olduğuna inandığımız Tevrat ile bazı yönleriyle alakası devam etse bile yani asıl Tevrat’a uygun muhtevalar bulunsa bile bu metinlerin ortaya koydukları genel çerçeve ve iskelet, Yahudiliğin -zamanla- Hz. Musa’nın (as) getirdiğinden oldukça farklı, belli bir kavmi dikkate alan, onun menfaatini gözeten, onların dışında kalan bütün beşeriyetin helâkine mal olacak olsa dahi onlar hakkında herhangi bir adaletli hukuku ve bakışı telkin etmeyen yeni bir din olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Protokoller7

Günümüz Yahudiliğinin hem ideolojik hem de bu ideolojinin pratiğe indirgenmesinin çerçevesini, ana tema ve prensiplerini tespit eden protokollere bir gönderme yapmadan geçmeye imkân yoktur. Bu protokollerin ortaya çıkış süreci bazı yazarlar tarafından 1770’li yıllara kadar götürülmekte ve nihai şeklinin İsviçre’deki Basel şehrinde 1897 yılında ortaya çıktığı belirtilmektedir. Böylelikle Yahudiler İsrailoğulları’nın başka kavimlere karşı üstünlük akidelerini pratiğe dökmek ve yeryüzünde Kur’ân-ı Kerim’in işaret ettiği ikinci defa fesat çıkarma aşamasına adım atmış oluyorlardı.8

Bu protokollerin muhtevasını ortaya koyan bir paragraf nakletmekle yetinmek istiyoruz. Siyonist Liderlerin Protokolleri’nin birincisinin baş taraflarında şu ibareler yer almaktadır:

“İktidar mevkiini herkes ister. Her adam elinden gelirse diktatör olmak ister. Aynı zamanda kendi faydaları için umumun menfaatlerini fedaya hazır olamayanlar da pek azdır. İnsan denilen vahşi hayvanları zapteden nedir? Onlara şimdiye kadar kılavuzluk eden kimdir? İnsanlar sosyal düzenin başlangıcında kaba ve kör kuvvete boyun eğdiler. Biraz sonraları aynı ve fakat perdeli kuvvetten başka bir şey olmayan kanuna kul oldular. Bundan şu sonucu çıkarıyorum: Tabiatın kanununa göre hak kuvvetin içindedir. Siyasi hürriyet bir fiil değil bir fikirdir. Avam kitlesini bir fikir oltasıyla kendisine çekmek gerektiği yani herhangi bir parti iktidardaki partiyi düşürmek istediği zaman bu fikri tatbik edebilmelidir. Fakat hasım iktidar mevkiini liberalizm denilen hürriyet fikri ile tutuyor ve bu fikir uğruna iktidarının birazını feda ediyorsa mesele kolaylaşır.

Bizim teorimizin başarılı olması şöyle olur: Gevşetilen iktidar dizgini hayat kanunu gereğince başka ellere geçer. Çünkü halkın kör kuvveti bir gün bile dizginsiz kalamaz ve yeni iktidar liberalizm ile zayıflamış olan eski iktidarın yerini alır…”9 diye sürüp giden bu mukaddimenin bir başka yerinde şöyle denilmektedir:

“Parolamız kuvvet ve riyadır. Politikada yalnız kuvvet hele devlet adamlarına çok gereken hünerle gizlenmiş bir kuvvet muzaffer olabilir. Başlarındaki tacı yeni bir kuvvetin etkenlerine kaptırmak istemeyen hükümetler için şiddet bir prensip, hile ve riya bir kural olmalıdır. Bu fenalık iyiliği doğuracak biricik vasıtadır ve işte bu sebepledir ki biz maksadımıza ulaştırabilecek hiçbir entrika, yalan, hıyanet önünde bocalamamalıyız. Hele bu yoldan gitmekle onlara boyun eğdirmek ve kuvveti ele almak mümkün olacaksa…”10

Bu protokollerin mukaddimesini teşkil eden birinci protokol şu şekilde sona ermektedir:

“Muhtaç olduğumuz adamlarla temasımızda onların her vakit en ince tellerine dokunmayı bilmemiz de başarımızın belli başlı etkeni olmuştur.

Para, hırs, maddi ihtiyaçların oburluğu gibi beşeri zaaflar, insanları satın almaya ve teşebbüs fikirlerini boğmaya çok elverişlidir.

Mücerret bir fikir olan hürriyet, halkı ‘hükümet, memleketin sahibi olan halkın vekilliğinden başka bir şey değildir. O kirli bir çamaşır gibi değiştirilebilir’ fikrine inandırılmıştır. Halk temsilcilerinin sürekli olmayışı onları bizim emrimize hazır ve seçimimize tabi tutuyordu.”11

İkinci protokolde şu şekilde sona ermektedir:

“Çağdaş devletlerin elinde büyük bir kuvvet vardır: Basın…

Basın söz hürriyetine vücut verir fakat devletler bu kuvvetten faydalanmasını bilmediler ve bu kuvvet bizim elimize geçti. Şimdi biz bölgede kalmakla birlikte istediğimiz tesiri hasıl ediyoruz. Gene o kuvvet sayesindedir ki kan ve göz yaşı içinde toplamaya mecbur olmuş da bulunsak altını önümüze yığdık. Fakat içimizden pek çoğunu feda etmek suretiyle biz bunun kefaretini verdik. Bizim verdiğimiz her kurban tanrının indinde binlerce Hristiyan’a bedeldir.”12

Bu protokollerin mevcudiyetini bazı bilim adamları ve özellikle bu işle uğraşan Yahudiler kabul etmese bile13, özellikle uluslararası Yahudiliğin gücünü, Siyonizm ve İsrail denilen terör örgütün icraatını dikkate aldığımızda protokollerin asılsızlığı ile ilgili söylenenlerin aksine bunların çoğunlukla doğru olduğunu görür, bu protokollerin Yahudi idealist ve ideologlarının prensiplerini ve yol haritasını oluşturduğunu anlarız. Dolayısıyla bunların aslının olmadığını söylemenin pek de kolay olmadığı noktasında ciddi alametler vardır.14

Çerçevesini ve varış noktasını protokollerden hareketle göstermeye çalıştığımız “Modern Yahudiliğin” hedef, gaye ve ideolojisinin karşısındaki en büyük engel İslâm’dır. İslam’ın karşısında da en büyük engel ve en büyük imtihan unsuru tahrif edilmiş ve ideolojik çerçevesi belirttiğimiz şekilde bu hale gelmiş Yahudilik ve Yahudilerdir. Bu sebeple İslam tarihinde Yahudiler ile ilişkilerin başlangıcına göz atmakta bir fayda mülahaza etmekteyiz.

Yahudilerle İlk İlişkiler

T. W. Arnold İslam’ın Tebliğ Tarihi adlı eserinde Rasulullah’ın (sav) Yahudiler ile ilişkilerinin temel hareket noktasını açıklamaya çalışırken şunları söylemektedir:

“Hz. Muhammed… Yesrib’e geldiğinde ilk iş olarak mescid inşasına karar verdi… Müslümanlar namaz kılarken önceleri yüzlerini Kudüs yönüne dönüyorlardı. Büyük bir ihtimalle Yahudileri kendi saflarına çekme ümidiyle böyle yapıyorlardı.15 Hz. Muhammed Yahudilerin kutsal kitaplarına sık sık atıfta bulunmak gibi yahud onlar tam bir ibadet serbestliği ve siyasi eşitlik tanımak gibi birçok yollarla Yahudilerin gönlünü kazanmaya çalışıyordu.16 Onlar ise bütün birleştirici çabalara alaycı ve küçümser bir tarzda karşılık verdiler. Kitap ehli olanları birbirleriyle uzlaştırma umutlarının tamamen neticesiz kalmasıyla ve Yahudilerin kendisini peygamber olarak kabul etmeyecekleri kesinlik kazanınca Hz. Muhammed Müslümanlara namaz kılarken yüzlerini Mekke’deki Kabe’ye çevirmeleri gerektiğini bildirirken o hususta nâzil olan âyeti okudu.”17

Bu alıntıda Müslüman olarak paylaşmamız söz konusu olmayan ifadeler bulunmaktadır. Cenab-ı Allah’ın Yahudilerin ilahi tebliğin kendilerine doğru olarak ulaştırılması noktasında ileri sürecekleri herhangi mazeretlerinin olmadığını söz konusu etmesi dolayısıyla bu metne yer verdik, bizim de değerlendirmemiz bu yöndedir. Bu alıntıda bizim için önemli olan; Rasulullah’ın Kur’ân’ın ve vahyin rehberliğinde göstermiş olduğu birleştirici bütün çabalara rağmen onların alaycı ve küçümseyici tarzda karşılık verdikleri, kitap ehli olanları birbirleriyle uzlaştırma umutlarının tamamen sonuçsuz kalması neticesinde artık onların iman edenler zümresine katılmasının mümkün olmadığının anlaşılması sonucuna varmasıdır. Bu hususu dikkatten uzak tutmayarak Rasulullah’ın hayatta iken Medine’de Yahudiler ile ilişkilerinin temel bazı çizgilerine atıfta bulunmanın faydalı olacağını düşünüyoruz.

Rasulullah (sav) ashab-ı kirama Medine’ye hicret etmeye izin verdikten sonra -ki bu Akabe bey’atlerinin akabinde olmuştu- Müslüman nüfus Medine’de çoğalmaya, buna bağlı olarak İslâm daveti de yayılmaya başlamıştı. Rasulullah (sav) hicret ettiğinde Medine’de buranın asıl ve kadim sakinleri Evs ve Hazrecliler dışında Medine’nin yakınlarında, banliyölerinde yaşayan Yahudiler de bulunmaktaydı.

Medine’ye hicretin akabinde Rasulullah (sav) mescid inşasından ve ensar-muhacir kardeşliğini ilan edip gerçekleştirdikten sonra bütün Medine ve çevresindeki sakinleri belli bir hukuk etrafında toplayan, onların hak ve sorumluluklarını tespit eden bir metin ilan etmiştir. Bu metin günümüze kadar ilmî bakımdan herhangi bir şüphe ve tereddüt bırakmayacak şekilde nakledile gelmiştir. (Bazı kimselerin Medine Vesikası/Sahifesi adını verdiği bu metin için Muhammed Hamidullah merhum yeryüzündeki “ilk yazılı anayasa” terimini kullanmış, metnin o zamanın şartları içerisinde bir anayasa hüviyetini taşıdığını dile getirmiştir.)

Bu metin ile ilgili herhangi bir tahlil ve açıklamaya girmeksizin yalnızca konumuz ile ilgili ve önem taşıdığını gördüğümüz birkaç hususa işaret etmek isteriz. Metinde yer alan “Yahudiler Müminler gibi savaş devam ettiği sürece kendi savaş masraflarını karşılamak mecburiyetindedirler…” şeklindeki 24. maddeden itibaren Yahudilerin bu anayasal sistem içerisindeki yerlerine dair açıklamalar başlamaktadır. Burada dikkatimizi çekmesi gereken önemli bir husus da şudur: 23. maddede: “Üzerinde ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir” diye dile getirilen egemenlik makamına açıklık getirilmiş olmasıdır.18

Aynı husus ikinci bir defa belgenin sonlarına doğru şöylece ifade edilmektedir: “Bu sahifede/belgede gösterilen kimseler arasında ortaya çıkmasından korkulan bütün öldürme yahut çekişme vakalarının Allah’a ve Rasulullah Muhammed’e (sav) götürülmeleri gerekir. Allah bu sahifeye (belgeye) en kuvvetli ve en iyi riayet edenlerle beraberdir.”19

Yahudiler bu belgede ifade edilen hususlara -ki birkaç maddesini az önce zikrettik- riayet etmeyi taahhüt etmiş olmalarına rağmen tarihî süreç içerisinde verdikleri sözlerine bağlı kalmayarak taahhütlerini yerine getirmemişlerdir. Bu da şanı Yüce Allah’ın: “Onlar ne zaman bir ahidle bağlandılarsa içlerinden bir kesim (bu ahdi) bozup atıvermedi mi? Hayır, onların çoğu iman etmezler.”20 buyruğunun hakikatin ta kendisini çok özlü bir şekilde ifade ettiğini göstermektedir. Aşağıda kısaca işaret edilecek olan tarihî gerçekler onların yaptıklarının bu ayet-i kerimenin özetlediği çerçevede olduğunu açıkça ortaya koymaktadır:

a. Kaynukaoğulları

Rasulullah’ın (sav) Medine’ye hicreti zamanlarında Kaynukaoğulları Arap Hazrec kabilesi ile, Nadir ve Kurayza oğulları ise Arap Evs kabilesi ile antlaşmalı idiler, onlarla ittifak yapmışlardı. Bu sebeple Evs ile Hazrecliler arasında bir savaş olduğunda Kaynukaoğulları Hazreclilerin yanında, Nadir ve Kurayza oğulları da Evslilerin yanında yer alıyordu. Kur’ân-ı Kerim’de Bakara suresinin 73-74. ayet-i kerimelerinde onların bu şekilde karşı taraflarda yer almaları neticesinde Tevrat’a nasıl muhalefet ettikleri de dile getirilmektedir.

Rasulullah’ın Kaynukaoğulları ile karşılaşması hakkında tarihçilerin zikrettiklerine göre Bedir Gazvesi’nden birkaç gün sonra Kaynukaoğulları’nın Medine’nin hemen yakınındaki yurtlarına gitmiş, onları pazarlarında toplayıp bir araya getirmiş, onlara verdiği hitabında şöyle demişti: “Ey Yahudiler, Kureyş’in başına inen intikam türünden bir intikamın Allah tarafından sizin üzerinize de inmesinden korkun ve İslâm’a girin. Sizler benim de gönderilmiş bir nebi olduğumu biliyorsunuz ve bunu kendi kitabınızda ve Allah’ın size verdiği emirlerde de görüyorsunuz.” buyurmuştu. Ancak onlar bu hususta Rasulullah’ın uyarılarına kulak verecek yerde ona karşı inatçı bir tavır takınmış, cüretkârca ve şımarık bir eda ile şöyle cevap vermişlerdi: “Ey Muhammed, sen savaş bilmeyen bir topluluk ile karşılaştın diye böbürlenme. Onlara karşı bir fırsat elde ettin, galip geldin. Ama bizler vallahi seninle savaşacak olursak asıl savaşçıların kimler olduğunu anlayacaksın.” diye cevap vermişlerdi.

Bunun devamında Kaynukalılar Yahudi kabileleri arasında Rasulullah’a karşı ilk silahlı teşebbüse girişenler olmuştur. Miladi 623 yılına rastlayan Hicretin 2. yılında silahlı ve askeri bir çatışma teşebbüsüne girmeleri üzerine etrafları iki hafta kadar kuşatma altına alındı ve ancak bu kadar dayanabildiler. Güçlü hisarları olmakla birlikte şehrin diğer Yahudileri ile olan münasebetleri de onların yardıma gelmelerine imkân vermemişti. Bu sebeple kısa süren bir savaş neticesinde kayıtsız şartsız teslim oldular ve Peygamber Efendimiz onları nereye isterlerse oraya göç etmekte tamamen serbest bıraktı.21

b. Nadiroğulları

Nadiroğulları Rasulullah’a diğer Yahudiler gibi -istisnâlar dışında- iman etmedikleri halde yine de ona verdikleri taahhüde içten içe bağlılık hissetmeyip ilk fırsatta o antlaşmayı bozmaya hazırdılar. (Sözü edilen antlaşma daha önce yukarıda kendisinden Medine’ye hicretten hemen sonra Medinelilerin yerlileri, müşrikleri, Arapları ve Yahudilerle yaptığı antlaşmayı yada anayasaya uymayı taahhüt etmelerini kast etmekteyiz.) Rasulullah Kaynukaoğulları’ndan aralarındaki anlaşma gereği Âmiroğulları’ndan öldürülen iki kişinin diyetine katkıda bulunmaları için gitmiş olduğu bir sırada ona bir suikast teşebbüsünde bulundular. Bu suikast teşebbüsleri de Rasulullah’ın onları Medine’den sürmelerine sebep teşkil etmiştir.22

Bu ayet-i kerimelerin işaret ettiğine göre Nadiroğulları müminlerle karşı karşıya savaşmak cesaretini gösteremediler. Bununla birlikte antlaşmanın gereğini de yerine getirmemiş, Rasulullah’a karşı suikast teşebbüsüne kalkışmışlardı. Rasulullah da onları kuşatma altına almış, hatta onların gözlerini iyice korkutmak ve muhasaranın kısa sürede neticede vermesini sağlamak üzere hurma ağaçlıklarının yakılmasını dahi emir vermişti. Netice itibariyle savaş malzemeleri dışında taşınabilecek kadar deve yükü mal alabilecekleri ve istedikleri yere sürgüne gidebilecekleri şeklinde onlarla anlaşıldı. Her ne kadar kalelerinin kendilerini koruyacağını zannetmiş iseler de buna imkanları olmadı. (Bk. Haşr Suresi, 2. ayet)23

c. Kurayzaoğulları

Kurayzaoğullarının ahitlerini bozmaları da Hendek Savaşı’nda Müslümanlara karşı müşriklere yardımcı olmaları suretiyle ortaya çıkmıştı. Bu da Müslümanların onlarla savaşa (Hendek’ten hemen sonra) girişmelerinin önemli bir sebebi olmuştu. Birkaç hafta kadar direnmelerinden sonra kendi tercih ettikleri bir hakem vasıtasıyla mukadderâtlarını tayin etmeleri şartıyla teslim oldular. Hakemlik yapmasını istedikleri kişi antlaşmalıları Sa’d b. Muâz idi. O da Kurayzaoğulları arasından savaşçıların yani Yahudi savaşçıların öldürülmesine hüküm verdi. Verdiği bu hüküm ise Tevrat’ın hükmü ile örtüşen bir hüküm olduğu için onlar da buna itiraz edememişlerdi.24

Değerlendirme

Efendimizin Medine döneminde Yahudilerle ilişkileri ile ilgili olarak Hayber’in fethinden başka Kab b. Eşref’in öldürülmesi, Sellam b. Hukayk’ın öldürülmesi hususlar da eklenebilir. Ancak bunlar Yahudilerin yeni din daha doğrusu İslâm’ın yeniden tebliğ edilmesi ile ilgili olarak takındıkları tutumu farklı bir şekilde değerlendirmeyi gerektirecek türden ilişkiler değildir. Bu sebeple şöylece bir genel değerlendirme yapabiliriz:

Başta kısaca işaret ettiğimiz Rasulullah’ın (sav) Medine’ye hicret ettikten sonra Müslümanlarla ve Medine’nin yerlisi henüz Müslüman olmamış Araplarla onları aynı sözleşme, antlaşma etrafında toplaması, yukarıda değindiğimiz Arnold’un ifadelerinde dile getirmeye çalıştığı müsamahakâr tutumundan daha değerlidir. Çünkü böylelikle bu tutum, müsamahakârlık sınırlarını aşıyor, anayasal temeli olan bir hak haline geliyordu. Merhum Hamidullah’ın deyimiyle anayasa çerçevesinde onlardan eşit şartlar altında söz edilmiş olmasından hareketle, söz konusu edilecek tek ayrıcalığın -belki- anlaşmazlık hükümlerinin bağlanma yetkisinin Allah’a ve Rasulü’ne ait olduğunun belirtilmesinden ibarettir. Bunun dışında tam bir eşit vatandaşlık veya bir tabiiyet esası üzerinde, onların, Medine’nin aslî sakinleri ile muhacirlerin bir çatı altında bir araya geldiklerini görüyoruz. Hepsi de doğan yeni İslam devletinin eşit ve hakları vatandaşları/müntesipleri idi.

Bununla birlikte Yahudilerin önünde kitap ehli olmaları dolayısıyla çağlar boyunca gerek Tevrat’ta gerekse de diğer yazılı ve sözlü kaynaklarındaki tahrif, eksiklik ve doğruların tespiti, tahriflerin düzeltilmesi, eksiklerin tamamlanması, Musa’ya (as) indirilmiş olan Tevrat’a uygun bir hayat sistemini kaybetmişken yaşayışlarını yeniden doğru bir şekilde rayına oturmak imkanını buldukları zaman bunu son derece akıllıca ve doğru bir imanın gereği olarak değerlendirmeleri gerekirken, İslâm’a karşı çıkmayı -alay etmekten tutun da İslâm’a karşı düşmanlık beslemeye varıncaya kadar- bir tavır, bir tutum ve hatta vazgeçemeyecekleri bir bağnazca bağlanılan bir inanç gereği hareket ettiklerini görüyoruz. Bunları her fırsatta olabildiği kadar en düşmanca ve gaddar bir şekilde ortaya koymaktan geri kalmadıkları tarihi bir hakikattir. Bu da Yahudilerin hakka boyun eğmeyi kendisine yedirmeyen, batıla kapılmış bir serkeşlik içerisinde olduklarının açık bir göstergesidir.

Bütün bu hususlar bize Yahudi tabiatını ve Yahudilerle ilgili özellikle Kur’ân-ı Kerim’in dile getirdiği ve tarih boyunca çeşitli karşılıklarını gördüğümüz ilâhî sünnetleri ele almayı gerektirmektedir ki bunu kısmet olursa önümüzdeki bir yazıda Yahudilere Dair İlahi Sünnetler ve Yahudi Tabiatı başlığı altında ele almaya gayret edeceğiz.

Tevfik Allah’tandır.

M. Beşir Eryarsoy


1 Araf, 7/167

2 Afif Abdulfettah Tabbara, el-Yahudu fi’l Kurân, Beyrut. 1982’de Kiev katliamı kurbanlarına yardım komitesinin Rusya Kızılhaç kontrolü altında neşrettikleri rapordan naklen. Ayrıca bk. Will Durant ve Roger Lambelin, Yahudi Tarihi ve Siyonist Liderlerin Protokolleri, Çeviren; Sami Sabit Karaman, İstanbul 1992, s.19 vd.

3 Bakara, 2/75-76

4 Al-i İmran, 3/78

5 Bk. Dr. Mustafa Müslim Muhammed, Me’âlim’u Kur’âniyye fi’s-Sırâi Mea’l-Yahud, Riyâd 1414/1994 s. 20

6 Dr. Mustafa Müslim, a.g.e., s. 15-16

7 Bu hususta Türkçe yayınlar arasında muhtasar ve temel bir kanaat sahibi olmak üzere -meselâ- bk. Mesut Mezkit, Siyonizmin Siyon Protokolleri ile Dünya Hakimiyeti Düşüncesi, (Yeni Fikir Dergisi, Yıl: 5, sayı: 13, s. 69 vd.)

8 Bk. Mustafa Müslim, a.g.e., s. 23-24, el-Yahudu verâu külli cerimetin, s.12’den naklen.

Sözü geçen bu protokollerin metinleri için de bk. Yahudi Tarihi ve Siyonist Liderlerin Protokolleri, s. 105 vd.

Yahudilerin tarihindeki bu “İkinci defa fesat çıkarma aşaması” için de bk. el-İsrâ, 17/4 vd. na ve tefsirleri.

9 Yahudi Tarihi… Siyonist Liderlerin Protokolleri başlığı altında s. 105-106

10 Aynı eser, s. 109

11 Aynı eser, s. 110

12 Aynı eser, s. 112

13 Bk. Holokost Ansiklopedisi, Siyon Liderlerinin Protokolleri (https://encyclopedia.ushmm.org/content/tr/article/protocols-of-the-elders-of-zion,Erişim: 30.12.2023, saat: 11.30)

14 Bk. Mesut Mezkit, a.g. makale

15 Açık söylemek gerekirse bunun sebebi olarak gösterilen bu hususa, Kur’an-ı Kerim’in konu ile ilgili buyrukları ile Rasulullah’ın hadisleri gereğince katılmak mümkün değildir.

16 Burada da Yahudilerin kutsal kitaplarına sık sık atıfta bulunmayı Hz. Muhammed’e izafe etmesi acaba Arnold’un Kur’ân-ı Kerim’in Rasulullah’ın sözü olduğu kanaatinde olduğunu mu göstermektedir? Böyle bir kanaatin kabulü ilmen ve Kurân vakıası dikkate alındığında kabul edilemez.

17 T. W. Arnold, İslam’ın Tebliğ Tarihi, İstanbul 2007, Tercüme: Bekir Yıldırım, Cenker İlhan Polat, s. 47

18 Bu hususun burada açıkça vurgulanmış olmasının yanı sıra biraz işaret edileceği gibi ikinci defa vurgulanmış olması, bu belgenin sıradan bir mutabakat belgesi olmayıp gerçekten aynı devlet sınırları içerisinde belli bir hukuka tabi olmayı ittifakla kabul etmeyi dile getiren bir anayasal metin ile karşı karşıya olduğumuzu ifade etmesi açısından oldukça önemlidir ve merhum Hamidullah’ın da bu terimi özellikle kullanmasının çok yerinde olduğunu göstermektedir.

19 Dr. Muhammed Hamidullah, el-Vesâku’s-Siyasiyye, Beyrut 1389/1969, s. 44 vd.; Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, Editör: Prof. Dr. Vecdi Akyüz, İstanbul 2005, s. 102 vd.

20 Bakara, 2/100

21 Tabbara, a.g.e., s. 72 vd.; Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, Çeviren: Doç. Dr. Salih Tuğ, İstanbul, 1972, s. 154-155

22 Bk. Haşr, 59/11-12, 14. ayet-i kerimeler

23 Tabbara, a.g.e., s. 72-75; Hamidullah, a.g.e., s. 155-157

24 Bk. Tabbara, a.g.e., s. 72-82; Hamidullah, a.g.e., s. 157-159

tefsir dersi 2020

Yazanlarımız