SEYYİD KUTUB'A GÖRE KUR’ÂN'IN USLÛBU

seyyid kutub uslub

Benim sizlere sunacağım tebliğimin konusu “Seyyid Kutub’a Göre Kur’ân-ı Kerim’in Uslûbu”. İki şeyden söz ediyoruz: Bir, Seyyid Kutub, bir de Kur’ân’a göre onun uslûbu. Önce bir tespitte bulunalım: Bu iki konu, “en” diyebileceğimiz mevzulardır. Kur’ân-ı azimu’ş-şan yeryüzünün en çok okunan ve talimatlarına en çok riayet edilen kitabıdır.

Üzerinde yüz binlerce eser yazılmış tek kitaptır. Seyyid Kutub ise İslâm dünyasının son elli yılında en çok okunan yazarıdır. Bu hem Sünnî dünyası hem de Şiî dünyası için böyledir. Ağırlıklı olarak Şiîler, Sünnî yazarları okumamalarına rağmen bugün İran’da gençler arasında Seyyid Kutub okunmaktadır. Şimdi dolayısıyla bizim tebliğimizin konusu o kadar kolay bir konu değil, “en”lerden söz ediyoruz. Seyyid Kutub bugün Ezher Üniversitesi’nde olsun, Arap Dili ve Edebiyatı Fakültelerinde olsun, psikoloji okuyan, okutulan fakültelerde olsun Kur’ân’ın icazı, belağatı, dili, ahengi, iç musikisi gibi konular söz konusu olduğunda akla ilk gelen isimdir. Onu sevmeyenler dahi bu konuda öğrencilerine kitap hazırladıklarında örneklerini Seyyid Kutub’dan almak zorunda kalmaktadırlar. Ayrıca Seyyid Kutub hem ilim ve irfan çevrelerinde, entelektüel insanlar ve şairler arasında hem de gençler ve avam arasında çok okunmaktadır. O, bu kadar farklı okuyucu kitlesini bir araya toplayarak onlara hitap eden ender şahıslardan birisidir. Acaba, niçin böyledir? O, bu başarıya nasıl ulaşmıştır? Bunun özetini tebliğde kısmen sunmaya çalışacağız, ama öncelikle şunu söyleyebiliriz: O evvelâ kelâm-ı ilâhî ile dost bir insandı. O’nun kelimeleri ile de dosttu. Kur’ân-ı azimu’ş-şan’ın mübelliği ile dost bir insan, tabiatla dost, kainatla dost, kendisiyle barışık ve âlemlerin Rabbine -biraz önce buradan ifade edildi- bir aşk nikâhıyla ve O’nun Şeriat’ına bağlı bir insandı. Seyyid Kutub’un İslâm dünyasında bu kadar çok okunuyor olmasını bu sebeplere bağlayabiliriz.

Seyyid Kutub Kur’ân-ı Kerim’in uslûbu üzerinde kendisinden öncekilerin zaman zaman temas ettiği, fakat bu kesinlikte ifade etmediği bir kuraldan söz eder ve kesinlikle onu bir iddiaya taşır ve bu konuda özel kitaplar yazar, ispat eder. Seyyid Kutub, Kur’ân’ın normal bir uslûp ve yalın bir ifade biçimi kullanmadığını, buna karşılık tasvir metodunu kullandığını söyler ve bunu da eserlerinde gerek Fî Zilâli’l-Kur’ân’da gerek bu konuda yazmış olduğu özel bir eserde ileri sürer ve ispat eder. O sadece kıssalarda ve manzara anlatımında değil, burhan getirmede, zihnî bir manayı ifade etmekte, manevî bir olayı anlatmada, müşahhas bir konudan söz etmekte dahi Kur’ân-ı Kerim’in bu metodu kullandığını söyler. Tasvir metodu, tablo haline getirme ve resim gibi sunmadır. O, Kur’ân-ı Kerim’in kendine ait metodunun bu olduğunu söyler ve bunu da cisimleştirme ve düşünme yoluyla yaptığını söyler. Seyyid Kutub kendisinden önce bu konuda yazmış olan insanlar arasında iki kişiden övgüyle söz eder. Biri Zemahşeri, diğeri ise Abdülkadir-i Cürcanî’dir. Bu zatların bu konuya yaklaştığını söyler. Seyyid Kutub, Kur’ân’daki bu küllî metod ve kuralı ortaya koyarken çok mütevazı da davranmaz. Bu açıklık ve bu berraklıkta ilk kez ben bu kuralı ortaya koyuyorum der ve bunda da haklıdır. Fakat Zemahşeri’den ve Cürcani’den de çok faydalanmıştır. Özellikle Cürcani’nin bu asırda bu konuda yazanlara oranla çok keskin bir görüşe sahip olduğunu kitabında zikretmektedir. Bugün İslâm dünyasında icaz, belağat, nağme, ritim veya musiki dediğimizde İslâmî çevrelerde ve İslâmî olmayan çevrede mesela Kahire Üniversitesi’nde Amerikalıların yönettiği kürsülerde dahi onların ben ders kitapları olarak okuttukları kitaba baktım, örnekler hep Seyyid Kutub’dan seçilmektedir. Şimdi buna yavaş yavaş bir-iki örnek verelim.

Seyyid Kutub kitabında tasvir metodundan bazı örnekler verir. Ben âyet metinlerini okumayacağım. Sadece konunun anlaşılmasında özel katkısı olacaksa bir-iki kelimeden bahsedeceğim. Bu âyetlerin meallerini sunmak istiyorum. Âl-i İmrân Suresi’nin 103. âyetinde “Hepiniz toptan sımsıkı Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Sizler bir ateş çukurunun kenarında idiniz, tam kenarındaydınız. Allah Teala sizi oradan kurtardı.” buyurulmaktadır. Burada mü’minlerin eski hali anlatılırken bakınız ifadede çok dikkat çeken tasvirler vardır. “Ateş çukurunun tam kenarındaydınız.” diyor. Zihin hemen şunu görmeye başlıyor. O çukurun etrafında da insanlar var, düşmek üzereler, Allah Teala kendi kudret eliyle tutarak o insanları düşmek üzereyken oradan alıp çıkarıyor. Bakınız bu yalın bir şekil. Zihnimize birdenbire bir ateş çukuru getirdi. Çevresinde toplanan insanlar düşmek üzereler ve Cenab-ı Allah’ın lutfuyla oradan kurtarılıyorlar. Âyetin başında ipten söz ediliyor; Allah’ın ipi. İp ve kuyu arasında da bir bağ var. Kuyuya düşen insanlar genellikle iple çıkarılırlar. Demek ki ateşten kurtaracak olan ip de hem bedevi insanın tasavvuruna hem de donanımlı insanın zihnine müthiş bir resim çiziyor burada. Bu ipe tutunursanız bu ateş çukuruna düşmeyeceksiniz.

Yine Bakara Suresi’nin 127. âyet-i kerimesinde Hz. İbrahim’den (a.s.) söz ediliyor. Şöyle buyuruluyor: “Hani İbrahim o Beyt’in temellerini İsmail ile birlikte yükseltiyordu.” Evvelâ, burada bir sahneden söz edilebilir. Seyyid Kutub et-Tasviru’l-Fenni fi’l-Kur’ân isimli kitabında bu tür tasvirleri sahnelere bölmüştür. Hz. İbrahim oğluyla beraber Beyt’in temellerini yükseltmeyi anlatırken birdenbire bir duayla karşılaşıyoruz. Bu da ikinci sahne olarak bir hikâyeden duaya geçiş, ama arada hiçbir şey yok. Dua da şu: “Rabbenâ tekabbel minnâ inneke ente’s-semîu’l-alîm.” Beyt yapılıyordu, duaya gelindi. Burada Kur’ân icazının inanılmaz bir başarısından söz ediyor Seyyid Kutub ve bunu da şuna bağlıyor. Diyor ki: Bu âyet-i kerime evvelâ gözümüzün önünde Kâbe’yi canlandırıyor. Sonra Hz. İbrahim ile birlikte Hz. İsmail’in o Beyt’in temellerini ya da duvarlarını yükselttiklerini gözümüzün önünde görür gibi oluyoruz. Birden sahne kesiliyor, birden eller kalkmış, birden bir dua: “Yâ Rabbi! Sen bizim bu amelimizi kabul buyur. Sen işitensin ve bilensin”. Bu intikalde, hikâyeden duaya geçişte bu kadar büyük bir icazın olduğunu Seyyid Kutub bir tek lafzın çıkarılmış olmasına bağlıyor ki o lafız da “yekûlu anil” lafzıdır. Bu lafız konmuş olsaydı, âyetteki bütün espri gidecekti, diyor. Bu konmadığı için büyük bir icaz eseri olduğunu söylüyor Seyyid Kutub. Sonra burada baba ve oğul uzunca bir duada bulunuyorlar. O duayı siz biliyorsunuz. Haccı nasıl yapacaklarını Cenab-ı Allah’ın kendilerine öğretmelerini istiyorlar ki o duayı burada zikretmeden geçiyorum.

Demek ki Kur’ân uslûbu hem manayı tasvir eder, hem düşünceyi tasvir eder, hem olayları tasvir eder, hem de mücerret ve müşahhas konuları tasvir eder. Kur’ân’da cansız varlık yoktur, tüm varlıklar canlıdır, istisnasız. Her varlığın canı vardır, kanı vardır, hacmi vardır. Bütün canlılar, bütün kelimeler boyut sahibidir. Eşyanın konuşan bir dili vardır. Hisseden ruhu vardır. En soyut konulara örnek olmak üzere bir-iki tane de örnek verelim. Mesela “azap” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de hacim kazanmıştır: “Ey insanlar! Rabbinizin azabından sakının. Çünkü o saatin (kıyametin) sarsıntısı büyük bir şeydir. Kıyameti gören her emzikli kadın, emzirdiğini unutur.” (Hac/1-2) “Her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş gibi görürsün, oysa sarhoş değillerdir. Fakat bu Allah’ın azabının çetin olmasındandır.” Yine Seyyid Kutub’un bize söylediği gibi müthiş bir tasvirle karşı karşıyayız. Kıyamet çetin bir şekilde saati gelmiş, ortada çocuklarını emziren kadınlar birdenbire şaşkınlık içerisinde çocuklarını bırakıyorlar. Sadece kadınlar değil, bütün dişi mahluklar. Aynı zamanda hamile kadınlar çocuklarını düşürüyorlar. Gözler, başka âyetlerle de tamamlayarak söyleyelim, gözler bir karış ileride, bu ancak Kur’ân’ın tasvir metoduyla yapılacak bir şeydir ve Seyyid Kutub da bunu bize göstermektedir.

Kur’ân-ı Kerim hissedilen bir olayı ve görülen bir sahneyi olduğu gibi, zihnî bir manayı ve ruhî bir durumu, insan tipi ve beşer tabiatını da his ve hayalî bir surette ifade eder. Sonra çizdiği bu resme canlı bir hayat, taze bir hareket verir. Bir de bakarız ki, zihnî mana bir şekil olmuş, bir hareket olmuş, çizdiği insan tipi aramızda yaşamaya başlamış, olaylar, sahneler, hikâyeler, manzaralar tamamı canlı, hareketli; bunlara bir de konuşma ilâve eder Kur’ân uslûbu. O zaman tasvirin bütün maddeleri tamamlanmış olur. Meselâ Kur’ân-ı Kerim’de çok somut olmayan bir-iki tane kısa örnek vereceğim. Tekvir Suresi’ndeki sabaha yemin edilen âyet-i kerimede: “...ve’s-subhi izâ teneffes”. (Sabah nefes aldığı zaman ona yemin olsun.) buyurulur. Bütün filozofların ittifak ettiği bir şey var. En müphem kavramlardan birisi zamandır, yani zaman müphem bir şey, muğlak bir şeydir, ama Kur’ân tasvir yöntemiyle ona bile soluk aldırıyor, nefes alıyor zaman. Bir şey daha ilâve ediyor buraya, “ön dişleri görünürken” diyor. Bu ne kelâm mucizesi! Sabah kelimesine Allah Teala soluk alıp verdiriyor. Soluk alıp vermek canlılara mahsus bir şeydir. Seyyid Kutub tebessüm ediyor ve ön dişleri görünüyor. Tasvir bu kadar güçlü Kur’ân-ı azimu’ş-şan’da. Sabah soluk alıp verdiği için onunla birlikte hayat da soluk alıp vermeye başlıyor ve o zaman bütün varlığa bir neşat, bir dinginlik siniyor. Onun için de sabah vakti bütün insanların dinçlik ve dinginlik zamanıdır.

Şimdi demek ki şöyle bir sonuca varıyoruz: Biz Kur’ân okurken veya dinlerken de öyle, özellikle güzel bir Mısırlı hafızı dinlerken yolun ortasına çakılıp kaldığınız olmuştur Arapça biliyorsanız. Bunun ispatları çok. Meselâ yoldan gidiyorsunuz. Acele işiniz var, ama kulağınıza bir ses geliyor, orada kalırsınız. Kur’ân’dan bir konuda bir araştırma yapıyorsunuz, merak ediyorsunuz o âyete bakacaksınız. Kur’ân-ı Kerim’i açarsınız, o sizi çeker götürür, o âyetle yetinemezsiniz. Bu özellik Seyyid Kutub’da da vardır, o da alıp sizi götürür. Seyyid Kutub, Kur’ân’ın tasvir metodundan etkilenerek kendi eserlerini de kısmen öyle yazmıştır. Demek ki biz Kur’ân okur ve dinlerken bir ibretler, hikmetler ve öğütler denizinde yüzeriz. Böyle bir tarafı var. Biz bir resim sergisinde gezeriz. Bu resim sergisinin renkleri çok berrak, resimlerin gölgeleri bile canlı, adeta baktığınız yere göre uzayıp kısalan gölgelere sahip. Tabloların ışıkları göz kamaştırıcı. Kur’ân böyle bir resim sergisini gezdirir. Yine biz bir musiki ziyafetine konarız. Bu musiki ziyafetinde ruh kanatlanır, bütün hayaller coşar. Hiçbir musiki böyle bir ziyafeti sunamaz. Yine biz Kur’ân okurken ya da dinlerken bir edebiyat şölenini izleriz. Bütün nağmeler ahenkli, Kur’ân’ın sesleri bile boyutlu. Ses dediğimiz, şu anda ses dediğimde ağzımdan çıkıp giden bir nesne var. Kur’ân onu alır, hapseder, boyutlar, açar ve bizim önümüze koyar. Böyle bir musiki ziyafeti sunar. Aynı anda bir hidayet rehberiyle yüzleşiriz. Doğru yolu gösteren, ateşten sakındıran ve cennete çağıran bir hidayet yolu. Hidayet yolu olan bu kitap, bu metoduyla hem aklı hem zihni hem mantığı hem his, hayal ve vicdanları hem de kalbimizi ve ruhumuzu gıdalandırır. Bunlarla bütün melekelerimiz doyar, canlanır ve mutmain olur.

Son olarak şunu söyleyip bitirelim. Kur’ân bütün bunları nasıl başarmış? Kur’ân bir kelâm mucizesi, kelimelerden mürekkep, lafızlarla yapılan bir müjde. Bu kelimelerin kanları, canları, ruhu, hatta organları vardır. Duvar murad eden bir varlıktır, yıkılmayı murad eder bir duvardan söz ederken. Yani yıkılan, yıkılmak üzere olan duvar değildir. Yıkılmayı “yürîdü en cidâren, yürîdü en yenkadda” yıkılmayı dileyen, murad eden bir duvar. Onun için kelimeler böyledir. Kur’ân-ı Kerim’in tek bir lafzı, kulağa kattığı nağmesi ve hayale bıraktığı gölgesiyle bir resim çizer. Bu resim canlıdır, hareketlidir. Hatta bu resmin sesi de vardır. Yani bir resim sergisine gidiyorsunuz, sizinle konuşan tablolar var. Sesi var, her sesiyle ayrı bir tınısı vardır. Bazen bir kelime aslan kükremesi gibi güçlü olur, ürperti verir ; bazen bir kuzu melemesi gibi olur, tebessüm ettirir. Kur’ân-ı Kerim her şeyi dirilttiği gibi kelimeleri, eşyayı, canlıyı da diriltmiştir. Kur’ân’ın muciz uslûbu budur. Kelimeler gülerler, ağlarlar. “Yesterihune” dediği zaman inlerler, “imdat” diye çığlık atarlar, ama bazen de yumuşak bir şekilde tebessüm ederler. Onun için Kur’ân-ı azimu’ş-şan’ın eşi ve benzeri yoktur. Uslûbu da eşsiz ve benzersiz bir uslûptur ve Kur’ân-ı Kerim buyurmuştur ki: “İnsanlar ve cinler biraraya gelseler, birbirlerine yardım da etseler onun bir benzerini meydana getiremezler”. İslâm ümmetinin en yüksek değeri Kur’ân-ı azimu’ş-şan’dır. Bu değere Müslümanların iyi sahip çıkması lâzımdır. Başka ümmetlerin böyle bir değeri yoktur. İşte Seyyid Kutub bu değer için hayatını ortaya koymuş, her kelimesiyle ayrı ayrı ilgilenmiş bir insandır. Ona rahmet diliyorum.

Bu vesileyle bir kez daha ümmetin kurtuluşunun bu eşsiz kelâm mucizesinde olduğunu hep birlikte hatırlayalım diyorum.

Ömer Küçükağa

tefsir dersi 2020

Yazanlarımız