Eğitilebilir Bir Varlık Olarak İnsan
Kur’ân-ı Kerim’den ve dinimizden bir şekilde haberdar olup da Kur’ân’ın ya da Fâtiha Sûresi’nin ilk âyetinin: “Âlemlerin rabbi Allah’a hamd olsun.” ya da “Hamd, âlemlerin rabbi Allah’a mahsustur.” anlamında olduğunu bilmeyen yoktur sanırım.
Bu yazının muhtevası öncelikle “rabb”in anlamı üzerinde durmamızı gerektirmektedir.
Konumuzla ilgisi bakımından en yakın anlamını -meselâ- Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât adlı eserinde: “Aslında terbiye anlamındadır. Terbiye ise, bir şeyi eksiksizlik/mükemmellik sınırına kadar halden hale inşa etmektir.” diye tanımlamaktadır.
“Âlemîn: âlemler”ler ise, dünya, evren gibi anlamlara gelen “âlem” kelimesinin çoğuludur ve Allah’tan başka bütün varlıkları, yani bütün kâinatı ifade eder.
Arapçada -bilindiği üzere- çoğul kipi yapılırken akıl sahibi varlıklarla akıl sahibi kabul edilmeyen varlıklar arasında fark gözetilir. “Âlemîn” şekli ise akıl sahipleri için uygun görülen şekilde çoğul yapılmıştır. Oysa evrende akıl sahibi varlıkların toplamı ile akıl sahibi olmayanların toplamı kıyas edilecek olursa, elbette ki çoğunluk ikincilerin lehinedir. O halde neden akıl sahibi varlıklar esas alınarak çoğul yapılmıştır?
Müfessirler bu hususta, akıl sahibi varlıklar üstün kabul edilerek böyle kullanılmıştır (tağlîb üslûbu), diye açıklamışlardır. Bunun kapsamı içinde, akıl sahiplerinin üstün olduğu vurgusu açıktır ve doğrudur. Ama özellikle burada neden böyle bir çoğul şekli kullanılmıştır? Bunun hikmetleri arasında akıl sahibi varlıkların ve bunların başında olan insanın eğitilebilir olması ve eğitime diğer varlıklardan daha çok ihtiyacının olması, eğitime en çok cevap verebilen ve eğitimden en çok yaralanma istidadına sahip bir varlık olması yatmıyor mu?
Buna göre âyet şöyle bir anlam kazanmış gibi oluyor: Hamd, evrendeki bütün varlıkları ayrı ayrı en ilkel halinden alıp kendisi için mümkün olan mükemmel mertebeye kadar adım adım yürüten ve ulaştıran, insanı da gerek tabiî ve fizikî varlığı itibarıyla diğer yaratıklar gibi en ilkel halinden merhale merhale geçirip en mükemmel hale kadar ulaştıran, bununla birlikte onu ayrıca bütün yarattıkları arasında dışarıdan yapısına uygun çeşitli etkenlerle ve çeşitli yollarla eğitilme kabiliyetine sahip olarak yaratan Allah’a hamd olsun, ya da hamd o Allah’a mahsustur.
Atın, maymunun, ayının ve diğer bazı canlıların insan gibi çeşitli dış etken ve yöntemlerle eğitildikleri bir vakıadır. Fakat onların eğitim alma ve eğitim ile varmaları mümkün olan nokta bakımından insan ile kıyas edilmeleri, her halde düşünülemez. Dolayısıyla bu bakımdan onlarla insanlar arasında bir benzetme ya da kıyaslama yapmaya imkân yoktur.
Peygamber Göndermenin ve Kitap İndirmenin Eğitim Açısından Değeri
Beşeriyet tarihi boyunca peygamberlerin gönderilmesinin ve onların bazılarına kitaplar indirilmesinin bu açıdan bir anlamı da şudur: İnsanı eğitmenin üç temel unsuru vardır:
1. İnsan (eğitici)
2. Kitap (eğitimin malzemesi/araç ve gereçleri)
3. Eğitim sonucu eğitilenin varması istenen nokta, eğitimin hedefi. (Rabbin anlamını hatırlayalım)
Bu da, eğitici ile eğitimin temel aracı olan kitabın ortaklaşa muhtevası ve hedefidir.
Âlemlerin Rabbinin indirdiği kitap ile gönderdiği rasul, ya da eğitici ile eğitimin diğer temel aracı olan kitap, İslâm noktai nazarından şu anlama gelir: Kitap ve Rasûl (eğitimci), insanın Allah’ı Rab olarak tanıdığını ortaya koyacak şekilde eğitilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. (Çünkü sûrenin devamında, yalnız Allah’a ibadet, yalnız ondan yardım dilemek sözü verilmekte, özellikle bu hususlarda ve her konuda dosdoğru yola iletmesi için niyazda bulunulmaktadır.)
Rasûlü ve getirdiği mesajı diğer bir ifade ile Kur’ân ve sünneti ya da heyet-i umumiyesi ile İslâm’ı göz önünde bulundurarak böyle kısa bir metin çerçevesinde bu dinin, hangi yol ve metotlarla eğitimi gerçekleştirdiğini, ya da İslâm’ın bütün müntesipleri için ortaya koyduğu ortak eğitim dinamiklerini hızlıca gözden geçirelim:
Öğretim ve Eğitim
Ama bundan önce eğitim açısından son derece önemli bir hususun altını özlü bir şekilde bilhassa çizmeliyiz. O da şudur: İslâm’a göre her Müslüman’ın eğitilmiş bir Müslüman sayılabilmesi için belli bir öğretim düzeyine sahip olması zorunludur. Bütün Müslümanlar için ortak paydayı teşkil eden bu öğretim düzeyi “farz-ı ayn ilim” terimi ile ifade edilir. Bu öğretim düzeyinin hangi yolla elde edildiği ve edileceği çok önemli değildir. Bu evden/aileden de alınmış olabilir, okuldan da, kişinin mensup bulunduğu sosyal ya da mesleki yapı ve kurumdan da, bunların toplamından da elde edilebilir. Bu alanda devletin kısmen ya da tamamen müdahil olmasının çok önemi yoktur. Önemli olan eğitilmiş olduğunu ortaya koyacak alt yapıyı teşkil eden asgarî öğretim düzeyinde olmaktır.
Bir örnekle maksadımızı açıklayalım: Günde beş vakit kılmamız farz olan namaz ibadeti ile ilgili bilgileri bilmek, her Müslüman’ın sahip olması gereken farz-ı ayn ilimler arasındadır. Namazı öngörülen bilgi esaslarına uygun olarak titizlikle ve gereken hassasiyetle eda edip namazın istediği kimliği kazanmak ise bir eğitimdir. Kişi namazı kıldıkça, her seferinde öncekilere göre daha güzel kılmaya ve her namaz kılışı ile birlikte yeni güzellikler kazanmaya çalışır. Bunu göz önünde bulunduracak olursak, birkaç saat içerisinde elde edilen bir farz-ı ayn bilgisi/öğretimi, hayat boyu mü’mini, namaz kılanı eğitecek önemli bir eğitim malzemesidir, araç ve gerecidir, alt yapısıdır.
Öğrenim-eğitim ilişkisini bu şekilde dile getirdikten sonra, -başta İslâm’ın beş temel esası olmak üzere- İslâm’ın bazı temel kurumlarının gerekli öğretimden sonra insanın Allah’a karşı kul olarak, ümmete nisbetle mü’min kardeş olarak, beşeriyete nisbetle insan olarak, dinine nisbetle dini için her türlü fedakârlığı -yine bu hususta görmüş olduğu ya da görmesi gereken öğrenim esaslarına göre- yerine getirmekten geri kalmayan bir mü’min olarak nasıl bir kişilik sergileyeceği hususunda fikir vermek üzere aşağıdaki notları kaydedebiliriz:
1. Şehadet Kelimesinin Eğitimimizdeki Yeri
Bu mübarek kelimenin anlam ve muhtevasına dikkat çekmeye gerek görmeden şunları söyleyebiliriz:
Şehadet kelimesi en büyük ve en baş hakikatin ifadesidir, ilanıdır. Bu ilanda; Allah’ın ulûhiyet ve rubûbiyeti itibarıyla vahdaniyeti, ismi ve sıfatları itibarıyla eşsiz ve ortaksız oluşu ilan edilirken; mü’min olarak hayatımızda bu iman ve ilanın gereklerine riayet edeceğimizi de bildirmekteyiz. Bu, mü’minin kendisi gibi yaratılmış ve kendisi gibi aciz, yerine göre kendisinden daha aciz bütün varlıklara karşı onlar gibi ubûdiyet konumunda olduğunu, onların da kendisinin de birbirleriyle ilişkilerinin ilah-kul ilişkisi değil, onlarla karşılıklı konumlarının bütün âlemlerin rabbi Allah tarafından belirlendiği şekilde olduğunu ilan eder. Bu ise özgür insanın gerçek özgürlüğünün ilk ve tek ölçüsüdür.
Allah’ın her bakımdan vahdaniyetini, kendisinin ve diğer yaratılmışların her bakımdan onun kendileri için belirlediği şekilde ve çerçevede ubûdiyetini bilen, inanan ve ilan eden Müslüman, özgürlüğünü, özgürlüğünün sınırlarını ve kendisi dışındaki varlıkların da -hem âlemlerin Rabbine karşı, hem kendisine karşı, hem de kâinatın diğer varlıklarına karşı-konumlarını ifadelendirmiş olmaktadır.
Bu açıdan karşı karşıya kaldığı, yaşadığı her bir olay, hayatında girdiği her bir ilişki, takınması gereken her bir tutumda bu şehadetinin belirleyiciliğini göz önünde bulundurur. Bunu yapıp çevresindeki mü’minleri de gerekli ve yerindeki uyarılarıyla da bu şehadetin ilk bölümü doğrultusundaki eğitimi gelişerek süreklilik kazanır.
Şehadetin ikinci bölümünü teşkil eden Muhammed (s.a.v.)’in risaletine iman ve bunu ikrar etmeye gelince; eğitimin iki önemli ayağının birincisi teorik yanı, yani kitabî bilgiyi diğer bir ifade ile öğretimi teşkil ediyorsa ikinci ve en az onun kadar önemli unsuru da öğrenilenlerin nasıl hayata geçirileceğini en mükemmel şekilde gösteren örnek/model şahsiyetin varlığıdır.
Muhammed (s.a.v.)’in risaletine iman ve ikrar, eğitimin ana umdesi olan ve öğretimin de eğitimin de belirleyicisi olan onun getirdiği kitaba ve risalete imanı ifade etmesinin yanında, bu risaletin nasıl ve hangi boyutlarda ahlâkîleşeceğini ve hayata ne şekilde yansıyacağını gösterir.
Yani risalete şahitlik, bir taraftan getirilen mesajın her şeyin belirleyicisi olduğuna imanın ifadesidir, diğer taraftan bunun hayatı en kâmil manada nasıl şekillendirmesi gerektiğini ortaya koyan biricik modelin Allah Rasûlü olduğunun ifadesidir.
Çünkü eğitimde en büyük mesele, örnek/model insanın varlığıdır. Beşerî eğitim sistemlerinin güçlü birtakım yanlarının olduğunu kabul etsek dahi, model insan göstermekte zorlandıkları hatta gösteremedikleri ortadadır. Bu açıdan teorilerini pratiğe indirmekte her zaman için sıkıntı ile karşı karşıyadırlar. Ancak İslâmî eğitim açısından, eğitiminde hedeflediği örnek şahsiyeti, model insanı göstermek açısından İslâm kadar rahat, zengin ve yetkin başka hiçbir sitem yoktur.
İslâmî eğitimin, model insanı Allah Rasûlü olduğu için, bu örneğe uymak eğiten ve eğitilen insan açısından çok büyük üstün yanları olan bir husustur.
Eğitimde eğiticinin kendisini ya da eğittiği insanlara denk kimseleri -mesela, babasını, annesini ya da arkadaşını, komşusunu…- model olarak göstermesi kadar eğitileni sıkan yöntem azdır. Ancak örnek gösterilen model insan Allah Rasûlü gibi herkesin tartışılmaz örneği olunca Müslüman için eğitimde böyle bir modelin örnek gösterilmesinin sakıncaları düşünülemez, aksine sayısız avantajı vardır.
Beşerî eğitim sistemlerinin gösterdikleri en büyük model insanlar, ilim adamları, kâşifler, sanatkârlar, kahramanlar vs. dir. Bunların her biri ise belki bazı yönlerden örnek gösterilebilir, ama çoğunlukla o gösterilebilecekleri alanda bile yeterlilikleri tartışılır ya da o alandaki örnekliklerine bile bazı yönlerden şerh düşülebilir, örnek alınmaması gereken yanlarına da dikkat çekmek zorunluluğu özellikle ortaya çıkabilir.
Sonuç olarak, eğitim açısından Allah Rasûlü’nün örnekliği, her bakımdan başka modellerle kıyaslanamayacak kadar üstünlükleri ve avantajları olan bir modeldir. Yani İslâm her konuda en kâmil ve en ileri nizamı temsil ettiği gibi bu alanda da en ileridedir.
2. Namazın Eğitimimizdeki Yeri
Namaz ibadeti ana hatları ile neyi ihtiva eder?
a. Niyet ve şuur
b. Kıraat ve anlam
c. Fizikî hareketler ve idrâk
Kısaca açıklayalım:
a. Niyetimiz ile ne yaptığımızın ne kadar bilincinde olduğumuzu, başta başlangıç (iftitâh) tekbiri ile de eylemimizi kimin için, hangi maksatla yapmakta olduğumuzun bilincinde ve farkında olduğumuzu ortaya koymaktayız. Aslolan niyet ve tekbir ile başlayan bu şuurun, namaz boyunca ve namazdan sonra da en az bir sonraki namazda aynı şuuru daha ileri boyutlarda tazeleyinceye kadar sürmesidir.
Çünkü bu şuur, hayatımızı niçin ve kime ibadete dönüştürmemiz gerektiğini ortaya koyar. Namazın bu veçhesi, esasen cinlerle birlikte yaratılış amacımızı teşkil eden ibadetin, hayatımızın tamamını kapsaması gereken bir renk olması dolayısıyla, namazın bu yönüyle bu hedefi gerçekleştirmeye elverişli en büyük destekleyici unsur olduğu şüphesizdir.
b. Namazın baş unsurlarından bir diğeri Kur’ân okumak ve belli yerlerde yapılan zikirler, okunan dualardır. Müslüman okuduğu Kur’ânî âyetleri, yaptığı zikir ve duaları anlamlarıyla düşünmek ve bu arada bu anlamların kişiliğine nasıl yansıması gerektiği, hangi yolla yansıtabileceği üzerinde düşünmek durumunda olmalıdır. Böylelikle okuduğu Kur’ân’ın yaptığı zikir ve duaların hayatına yansıması gereken amelî ve ahlâkî boyutlarını asla ihmal etmemelidir.
c. Namazdaki fizikî hareketlerin, kıyamın, kıraatin, , rükunun, secdenin ve tahiyyata oturmanın her birisinin ayrı bir anlamı bulunmaktadır. Hepsinin ortak anlamı ise, mabud olarak Allah’a kayıtsız ve şartsız itaat ve ubûdiyetin ifadesi olmalarıdır. Bu hareketleri idrak ile yapan bir mü’min, günlük hayatına da bu idraki taşır ve bu idrakin boyası ile hayatını boyamaya çalışır.
Mü’minin mü’mince yaşayışı kendi kendisini eğitmesidir: Bu kısa notlarımızdan anlaşıldığı ve bundan sonra değineceğimiz noktalardan anlaşılacağı üzere, mü’minin İslâm’ın gereklerini yerine getirmesi, onun için bir eğitimdir. Yerine getirdiği özel her bir emir ile hem İslâm’ın bir isteğini yerine getirmiş olur, hem de bu yolla kendi kendisini eğitmiş olur. Yani emirlere itaat etmek disiplinini kazanır. Bu da zamanla fazilet olan işleri ifa edip, kişiliği en ufak şekilde yaralayan hallerden dahi uzak kalmak hususunda titizlik gösterecek kadar kendi kendisini eğitme sonucunu verir ve gittikçe eğitilmişliğini derinleştirir.
Çünkü İslâm anlayışında eğitim, kazandırılan ve öylece kalan bir süreç olmaktan çok, üzerinde durulmazsa, beslenmezse, geliştirilmezse gerilemeye ve tükenmeye mahkûmdur. Dolayısıyla kişinin kendi eğitilmişliğini korumasının yanında her zaman bu yanını ilerletmeli ve geliştirmelidir.
Mü’min, birr denilen her türlü iyiliği ya da marufu işlemeyi hayatının merkezine koyarak yaşar. Bu süreçte aynı zamanda münkerlerden, günahlardan, kötülüklerden uzak kalmaya çaba ve gayret gösterir. Bu suretle hayatını anlamlandırırken nefis ve şeytanına karşı mücadelede zaman zaman tökezlese bile, kazandığı zaferlerin, yani iyi mü’min olmanın hazzı ile her geçen gün eğitim düzeyini kendi kendisine ilerletecektir.
3. Orucun Eğitimimizdeki Yeri
Oruç, insanın nefsini her bakımdan eğitmesidir. Orucun eğitim boyutu ve bu hususta ne kadar etkili olduğu üzerinde ayrıca bir şeyler söylemeye gerçekten gerek yoktur. Orucu mahiyeti itibarıyla kitabî boyutuyla tanımanın yanında şuurlu bir oruç deneyimi olan herkes, orucun kendisini ne kadar eğittiğini ve buna bağlı olarak kendisine ve çevresine ne kadar önemli şeyler kazandırdığını, oruç eğitimi olmadan bunları kazanmanın pek kolay olmadığını herkes rahatlıkla anlayabilir diye düşünüyorum.
Ayrıca oruç sayesinde aynı ibadeti yerine getiren yükümlülerle, yani Müslüman kardeşleriyle ne kadar ortak ya da bazı hallerde farklı yanlarının bulunduğunu anlar. Ortak ve farklı yanları her ne ise, bunlar arasında olumlu olanlarını daha da güçlendirme azim ve kararlılığını elde ederken, farklı yanları arasında giderilmesi ve düzeltilmesi gereken yanları da tesbit edecek olursa onların ortadan kalkması için elinden geleni yapar.
İradesindeki zaafları giderilmemiş, gerektiği gibi bir irade eğitiminden geçmediği için iradesi zayıf kalmış kimseler üzerinde, irade ve azim gerektiren, kararlı bir şekilde yola devam etmeyi gerektiren hiçbir işin gerçekleştirilmesi için hesap yapılamaz. Çünkü en ufak bir zorlukla karşı karşıya kalındığında yarı yolda duran, işin yalnız kendisine ait olan bölümünü aksatmakla kalmaz, yoluna devam etmek durumunda olanların işlerini başarı ile sonuçlandırmalarına da imkân bırakmayabilir, onlara engel olabilir. Sırf irade zayıflığından ötürü başarılamamış nice kolay iş, yarıda bırakılmış ve sonuçlanması halinde pek çok faydalar sağlayacağı umulan bitirilememiş nice proje vardır.
İşte oruç; bir eğitim aracı ve süreci olarak, hem mü’min bireye hem Müslüman ümmete her bakımdan -dünyevî ve uhrevî- büyük kârlar sağlayacak müthiş ve İslâm’a has bir eğitim kurumudur.
4. Zekâtın Eğitimimizdeki Yeri
Zekâtın -söyleyeceklerimizi sadaka için düşünebiliriz- insanın kendi kendisini eğitimdeki fonksiyonu ve ileri derecedeki katkısı çoğumuzun düşünebildiğinden daha çoktur.
Kişinin her şeyiyle kendisinin olduğunu kabul ettiği bir miktar malı, o malda en ufak bir katkısı, hakkı olmadığından emin olduğu bir kimseye vermesi, bir materyalistin anlayabileceği, idrak edebileceği bir şey değildir. Zekâtı verebilmek için mülkün mâlikini bilmek ve ona inanmak şarttır her şeyden önce. O mülkün mâliki, mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır. Aynı mülkün sahibi Rabbimiz hepimizi, yani bütün mü’minleri kardeş yapmıştır. Belli nitelikte mala sahip olanların mallarında, belli kimselerin vermeleri gereken farz bir haklarının bulunduğunu belirtmiştir. Bunun teorik bilgisine sahip olan Müslüman, bunun gereğini yerine getirmek için zaten kendisini bildi bileli eğitilmiş bulunduğu için, bunun gereğini yerine getirmekte pek zorlanmaz, hatta bu görevi seve seve, gönül hoşluğuyla ifa eder.
Böyle bir eylem -diğer ibadetler gibi- toplumun önemli harcı olan fertler ve toplumun katmanları arasındaki kaynaşmayı, sevgi ve bağlılığı artıran bir tarafının da olduğu göz önünde bulundurulması gereken bir noktadır.
Bunlar ve değinemediğimiz daha başka bütün hususlar, mal sevgisinin ve düşkünlüğünün belli bir sınırı aşması halinde insanı ve yakın çevresini karşı karşıya bırakabileceği felaketleri hesap etmek gerekir, çünkü böyle bir durumda alınacak sonuçlar, bazen tahminleri ve beklentileri aşabilir. Zekâtla malın esiri olmaktan kurtulup malı Rabbinin emaneti olarak tasarrufu altında bilen bir Müslüman, malın kendisine dayatması muhtemel potansiyel olumsuz tavır ve tutumlara karşı kendisinde önemli bir düzeyde bir bağışıklık bulur.
Esasen eğitilmiş insan, eli altındaki eşyanın dizginlerini her zaman elinde tutabilen insandır. Dizginlerini elindeki ya da emri altındaki eşyaya kaptıran kişi ise eğitimli insan değil, eğdirilmiş insandır.
Müslüman insan ise, aldığı eğitimle Rabbine, Rabbinin istediği şekilde boyun eğen ve eşya ile kâinatta Rabbinin istediği gibi tasarruf etmeye özen gösteren, çevresiyle, diğer mü’minler ve insanlarla Allah’ın belirlediği çerçevede hukuka riayet ederek ilişkilerine şekil veren ve bunlara bu doğrultuda süreklilik kazandırmaya çalışan insandır. İslâm’daki bütün emir ve yasakların, tavsiyelerin, teşviklerin, sakındırmaların hedeflerinden birisi de böyle bir insanın ortaya çıkmasının şartlarını kolaylaştırmaktır.
5. Haccın Eğitimimizdeki Yeri
Namazla başlayan oruçla daha da ilerleyen her işi zamanında ve istenen şekilde yerine getirme şuur ve eğitimi hac ibadetinde zirveye ulaşır. Çünkü başta Arafat’ta vakfe olmak üzere hacdaki ibadetlerin büyük bir kısmının pek geniş olmayan bir zaman aralığında yerine getirilmesi gerekir.
Yine namazla başlayan (özellikle cemaatle namazla), oruçla devam eden zekât ile pekişen bir ümmet ve kardeşlik şuuru, hacda zirvesine erişir. Hac ile mü’min kendisinin belli bir coğrafyanın, bir ırkın, bir ulusun ve daha başka herhangi bir sosyal ve beşerî bağın insanı olmadığını, esasen bütün bunların yapay, yapay oldukları kadar gayr-i insanî ve bir o kadar da fıtrata aykırı itibar ve değerler olduklarını çok ileri düzeyde idrâk eder.
Böylelikle mensubiyet şuuru ve duygusu bu gibi itibarları aşarak ümmet düzeyinde bir mensubiyetin/kardeşliğin üstün hazzını yaşar. Ümmetinin her yönden müstesna bir fotoğrafını çekmek fırsatını bulur. Ümmetinin inanç, kültür, ahlâk, sosyal, ekonomik… düzeyini çok iyi tesbit eder. Üstünlüklerini, zaaflarını yaşayarak ve çok kısa bir zaman içerisinde görebilir. Çünkü ümmetinin bütün coğrafyasının, sosyal ve kültürel dilimlerinin ve katmanlarının, ahlâkî ve ilmî düzeylerinin canlı örneklerini orada görür. Bütün bunları görmek için ayrıca onların bulundukları bu kadar geniş coğrafyaya seyahatler yapmasına, inceleme ve araştırmalarda bulunmasına gerek kalmaz. O ümmetinin diğer dilimlerini tanıdığı gibi kendileri de onu ve temsil ettiği dilimi tanıyabilirler.
Bu tanıma sonucunda, “Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.” ilkesi gereği, dertlere çözüm arayışının bir parçası olur, önerilen çözümlerde kendisi de pay sahibi olmaya gayret eder.
****
Aslında cemaatle namaz kılmaktan kurban kesmeye, sadaka vermekten kardeşlerimizi güler yüzle karşılamaya kadar İslâm’ın bütün emirleri, şirk yasağından, faiz- zina yasağına, gıybetin, laf taşıyıcılığın, mü’minlerin birbirlerini aldatmalarının, hayvanlara acımamanın yasaklanışına kadar, hatta soğan sarımsak gibi kokuları rahatsızlık veren şeylere, yemek adabı ile ilgili hükümlere varıncaya kadar İslâm öyle muazzam bir ilim zenginliğine sahiptir ki, bunun değerini ortaya koyup açıklamak beşer gücünü kesinlikle aşan bir iştir.
Eğitimin vazgeçilmez birinci unsuru bilgi/ilim ise, ikinci unsuru eğitimin dinamikleri ya da kurumlarıdır. Bu kurumların en belli başlılarına kısaca işarette bulunduk.
Çünkü bir avuç numune buğdayın, tonlarca buğdayın kalitesi hakkında fikir verdiği tecrübe ile bilinen bir husustur. Söylediklerimizden, söylemek istediklerimizi anlayıp çıkarmak da okuyucuya yükleyeceğimiz bir külfet olarak lütfen kabul buyurulsun.
Beşerî Sistemlerin Eğitim Alanındaki Başarısızlığı
Son olarak da şunu eklemek isteriz: Dünyada ve Türkiye’de öğretimin başarısı ne olursa olsun, eğitim alanında karşı karşıya kalınan sonuç tam bir fiyaskodur. Bunun çok ciddi sebepleri vardır. Bunların başında;
1. Öğretim aşamasında öğretilenlerin eğitime dönüştürülmeye elverişli olmaması,
2. -Mevzuatta eğitim lehine yer alan birtakım ifadelere rağmen- öğretimin eğitim amacı göz önünde bulundurulmadan dizayn edilmesi ve programlanması,
3. Öğretimden -dolayısıyla öncelikle eğitimden- hedefin belli ve açık olmaması,
4. Eğitim açısından sayılan olumsuzluklar ve benzerleri söz konusu olmasaydı bile, eğitim modeli kişilerin ve kişiliklerin olmaması, model gösterilenlerin bir iki tarafı dışında -o da varsa- olumlu yanının bulunmaması, dolayısıyla kâmil örnek şahsiyet takdiminden mahrum kalınması,
5. Eğitimin -olsaydı şayet- kâmil ve insanın hayatının bütün alanlarını kuşatabilecek bakış açısına sahip olmayışı. Çünkü İslâm dışındaki bütün inanç ve ideolojiler insanı eksik ele alır ve tanımlarlar. Dolayısıyla bunların insan odaklı sunacakları her bir çözüm ve reçete de o oranda eksik ve yanlış olacaktır. Yani İslâm dışı bütün inanç ve rejimler ya idealist/ruhçu/maneviyatçıdır, ya maddeci-laiktir. Bu eksiklilikleri bünyelerinde barındıran sitemler, insana hiçbir konuda sağlıklı bir çözüm, bir alternatif sunamazlar.
O halde; ümmet olarak her şeyimizi yeniden düşünmemiz gereken bu zamanda eğitimimizi, esaslarını, yol ve araçlarını, hedef ve amaçlarını yeniden ele almalı ve bu hususta her elinden gelen gücünün yettiği kadarıyla bu alanda yapabileceği katkıları esirgememelidir.
Unutmayalım ki biz, “Âlemlerin Rabbi Allah’ın” kuluyuz; onu Tevhîd eden, indirdiği kitabı hayat düsturu kabul eden, Rasûlü de her hususta örnek olarak alan bir ümmetiz. Böyle üstün nitelikli ümmetin mevcut hali ve sorumluluğu birbiriyle bağdaşmamaktadır. O halde sorumluluğumuzla mütenasip konumu hak etmek için topyekûn bir çaba içerisinde olmamız gerekmiyor mu?
“Haydin namaza, haydin felâha!”
Yani herkes görev başına… Çünkü ancak görevini ifa etmeye çalışan kurtulur.
M. BEŞİR ERYARSOY