16 milyonu aşkın öğrenciyle birlikte 600 bin öğretmenin ders başı yaptığı yeni bir eğitim öğretim yılına girdik. Her eğitim yılı başında olduğu gibi bu yıl da eğitim sisteminin içinde bulunduğu devasa ve kangrenleşmiş sorunlar yine biz eğitimciler ile anne babaların elini kolunu bağlamakta.
Ülke nüfusunun neredeyse dörtte birinin eğitim sektörünün içinde yer aldığını, bütçeden en büyük payın eğitime ayrıldığını biliyoruz. Ülkenin eğitime aktardığı beşerî ve malî kaynakların büyüklüğü gibi sektörden beklentiler de o derece büyük. Bir yönüyle büyük başın büyük derdi oluyor.
Yöneticilerin adeta yapboz oyununa çevirdikleri bir eğitim sisteminin, eritim ve öğütüm sistemine dönüştüğünü söylemek mübalağa olmasa gerek. Maalesef ülkemizde eğitim, ana sorunların gölgesinde anlık ve geçici müdahalelerle yürütüldüğü için, olan yine körpecik dimağlara oluyor. Tamamen masum ve herbiri ayrı bir dünya gibi zengin olan ve rengârenk kişiliğe sahip evlatlarımız okul denilen tek tipleştirici kurumun kapısından girdikleri anda, bütün farklılıklarını unutuyor ve statükocu kurallar adına tek tipleştiriliyor. Devlet gücünü kontrol eden iktidar sahipleri, toplumun bütününün nasıl eğitileceğine karar vermektedirler. Oysaki modern ulus-devlet öncesinde buna anne baba karar veriyordu, yani çocuğun velayeti anne babaya aitti. Bugün de "çocuğa hangi eğitimin verilmesi gerektiği" konusunda anne babanın karşısında jakoben devlet mekanizması durmaktadır. Her sabah çocuklarımıza huşu(!) içinde okutturulan ve okulları adeta askerî bir kışla hüviyetine sokan “Andımız” safsatası, soğuk savaş sürecinde demir bloğundaki komünist ülke reflekslerinden daha kurtulamadığımızı gösteriyor.
Mevcut eğitim süresi totaliter devlete yetmemiş olacak ki bir yandan liseler dört yıla çıkarılırken diğer yandan okul öncesi eğitim yaşı beşe kadar düşürülüyor. Ali Bulaç´ın bu konudaki yazısında da naklettiği gibi, yedi yaşına kadar Cizvit olan, yetmiş yaşına kadar Cizvit kalacaktır. Bu sebeple ideolojik aşılama, mümkün olduğunca erkene alınmaya çalışılıyor. Türkiye´de, özellikle 28 Şubat sonrası dönemde, eğitime yönelik ideolojik müdahalelerin iki temel hedefinden biri laiklik ise diğeri de ulusçuluk bilincinin yerleştirilmesidir. Bu sebeplerle bir yandan İmam Hatip okulları tırpanlanırken diğer yandan ana dili Türkçe olmayanlara daha erken yaşta Türkçe öğretmeye çalışılmaktadır. Bugün itibarıyla ideolojik biçimlendirme, eğitimin öncelikli hedefi haline geldiği için, öğrencilerin bir şeyler öğrenmesinden ziyade "beyin yıkama" faaliyetinin devamı amacıyla sınıfta kalma ortadan kaldırılmıştır. Yani gençlere, "Hiçbir şey öğretemesek de okula devam et, ideolojik biçimlendirme tezgâhından geç." denmektedir. "Beyin yıkama" faaliyetinin başarılı olması için bir öğrencinin okula gittiği yıl sayısı ve bir yıl içerisindeki toplam ders saati, yani okulda kalma süresi, pedagojik açıdan gereği olmadığı halde artırılıyor.
Bunun yanında bu kadar yıldan sonra hâlâ 1920 ve 30´ların faşizm furyasından kalma Tevhid-i Tedrisat yasasının varlığını sürdürmesi kadar utanç verici bir durum tasavvur edilemez. 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat yasası, eğitim sistemindeki birliği sağlamaktan öte, toplumdaki çok kültürlü sivil eğitim kurumları ve geleneğini yok etmeyi amaçlamış, bunun sonucunda ise ırkçı ve tek tipçi bir eğitim anlayışı geliştirilmiştir. Eğitimci-Yazar Ahmed Kalkan Hoca’nın veciz ifadesiyle “Biz Müslümanlar, Tevhid-i Tedrisat değil, Tevhidî tedrisat istiyoruz.”
Sürekli değiştirilen eğitim anlayışları, çıkarılan yönetmelikler, bırakın öğretmenlerin, idarecilerin bile takip etmekte zorlandığı değişiklikler artık her kesimden insanı gına getiriyor. Tam güzel şeyler olacak derken idarî mahkemelere takılan ve statüko adına reddedilen uygulamalar daha hayrını görmeden tedavülden kaldırılıyor.
Son birkaç yıldır Avrupa eğitim sistemlerinden ülkemize uyarlanan ve görece olarak eskisine göre daha çok pedagojik bir içeriğe sahip olan “yapılandırmacı eğitim anlayışı da” sadra şifa olamadı maalesef. Ülkemizde şu anda uygulanmaya çalışılan bu eğitim anlayışından biraz bahsetmek istiyorum. Yapılandırmacı eğitim anlayışı ezberci anlayıştan uzak, öğrenmeyi öğrenen ve öğrenciyi eğitim sürecine aktif bir şekilde dâhil eden bir eğitim anlayışı. Bu eğitim anlayışında öğrenci aktif, öğretmen ise bir orkestra şefi gibi eğitim sürecini yöneten pozisyonunda. Yapılandırmacı eğitimde, öğrenme; mevcut bilgiyi ezberlemeye değil, bilgiyi zihinde yapılandırmaya, bilgiyi anlamlandırmaya, yorumlamaya, yeni durumlara transfer etmeye ve bilgide yeni bilgiler üretmeye dayanır. Öğrenen, bilgiyi her türlü yaşam problemlerini çözmede uygulamaya koyar. Bilgi çağı olarak adlandırdığımız çağımızda artık bilgiye ulaşmak ve bilgiyi öğrenmek ikinci planda kalmaktadır. Bilgiye ulaşmak ve bilgiyi öğrenmek ülkeleri, çağdaş medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarmamaktadır. Çağımızda önemli olan, elde edilen bilgileri zihinde yapılandırarak mevcut bu bilgilerden yeni bilgilere ulaşmak, yeni çıkarımlarda bulunmak ve yeni bilgiler üretmektir. İşte bunu gerçekleştiren toplumlar dünyada söz sahibi olmaktadırlar.
Eğitim öğretimde çocuklarımıza bilgiyi sadece öğretmek, hatta en kötüsü, ezberletmek çağımızda önemini yitirmiştir. Önemli olan çocuklarımızın, öğretilen bilgilerden yeni bilgilere ulaşabilmeleridir. Yani çocuklarımız, öğrendikleri mevcut bilgilerden hareketle yeni bilgilere kendileri ulaşabilmelidir. İşte, yapılandırmacı yaklaşım da bu amaca hizmet etmektedir. Yapılandırmacı yaklaşım bu temel felsefe üzerine kurulmuştur.
Kulağa hoş gelen ve uygulandığında nispeten faydaları kendini gösterecek olan bir eğitim felsefesi “yapılandırmacı eğitim”. Gelin görün ki “Dün dünde kaldı, artık yeni şeyler söylemek lazım cancağızım.” anlayışından öteye geçmeyen ve alt yapısı hazırlanmadan tedavüle sokulan bir eğitim anlayışı. Çünkü bizzat bu eğitim anlayışını uygulayacak olan öğretmenler bundan habersiz ve yapılan bir araştırmaya göre öğretmenlerin %70’i hâlâ klasik ezberci ve sadece bilgiyi aktarıcı bir eğitim anlayışıyla devam etmektedir. Yani evvela biz eğitimcilerin eğitime muhtaç olduğu bir gerçek. Bunun yanında Avrupa’dan ithal edilen eğitim anlayışlarının da materyalist ve laik eğitim anlayışını destekler mahiyette olduğunu görüyoruz.
Bugün ülkemizde eğitimde reform çalışmaları kapsamında yürütülen AB destekli eğitim projelerinin isim babalarına baktığımızda, ne hikmetse bunların Yahudi hahamlar, Hristiyan rahipler veya onların işbirlikçisi, ateist kimseler olduğunu görmekteyiz. Jan Amos Comenius (1592-1670) din adamı ve okul müdürü, Rotterdamlı Desiderius Erasmus (1465-1536) Augustin tarikatı üyesi rahip, Leonardo da Vinci (1452-1519) Papalık danışmanı, sanatçı, mimar, müzisyen, Nikolai Frederik Severin Grundtvig (1783-1872) Danimarkalı bir rahip ve yazar, Martin Luther (1483-1546) Alman din reformcusu, Jean Calvin (1509-1564) İsviçreli teolog, John Dewey (1859-1952) ABD´li felsefeci. Dewey, 1924 yılında Türkiye´ye gelerek Türk eğitim sistemi için kapsamlı bir rapor hazırlamıştır.
Biliyoruz ki eğitim süreci, zincirin birbirini tamamlayan halkaları gibidir ve bir halkanın eksik ya da kopuk oluşu o eğitim sistemini güdük bırakır. Teoride siz, ezberci sistemi kaldırdığınızı ifade edeceksiniz; ama pratikte var olan sınavlar silsilesiyle yarış atı misali ezberci beyinler yetiştireceksiniz. Yapılandırmacı vb. eğitim anlayışları da her sene getirilen ve değiştirilen sınav sistemine kurban ediliyor. Kurban edilen faydalı eğitim anlayışları değil tabii ki. Asıl kurban edilen bizim neslimiz. Dört başı mamur İslâm medeniyetinin görünür her şeyine karşı olan materyalist ve besmelesiz eğitim anlayışı elbette ki bu neslin yetişmesinde asıl müsebbip. Midesini ve şehvetini düşünen, üretmeyen, sadece tüketen, zararlı alışkanlıklar müptelası merkep karakterli bireyler yetişiyor. Neslimizin kalplerinin ve kafalarının doyurulması gerekirken, neslimizin ilerlemek ve müspet anlamda gelişmek için ayağa ve atağa kalkması gerekirken, amiyane tabirle neslimiz amuda kalkmış vaziyette.
Kelli felli bir profesör (YÖK eski Başkan Vekili İsa Eşme), ezberci eğitim sisteminin nedenini “Dinsel eğitim geleneği ve tarım toplumu olma geleneğine” bağlayarak sözüm ona müthiş(!) bir sosyolojik tahlil yapıyor, ama nedense sayın profesör, statükocu Kemalist eğitim anlayışının dogmatik, tatsız ve tuzsuz yüzünü görmek ve yahut da göstermek istemiyor. Anlayacağınız temel mesele zihniyet meselesi. Statükocu zihniyet artık söyleyecek söz bulamıyor. Bin yıl sürecek denilen şeytanî ve sekülerleştirici sürecin on yılda akamete uğraması Kemalist statükocu zihniyetin halka verecek pek bir şeyinin kalmadığını gösteriyor, ama koltuğa oturan ‘bizim mahallenin ağabeyleri’ maalesef şimdilik süreci değiştiremiyor.
Yıllardır 'Zorunlu Eğitim' dayatmasıyla çocuklarımız, ana sınıfından üniversite sonrasına kadar Kemalist eğitim anlayışıyla tek tipleştirilerek düşünce zenginliği ve üreticiliğinden uzak; sorgulamayan, araştırmayan, üretmeyen, ezberci, kişilik ve kimlik sorunları yaşayan ve de İslâm'a yabancılaştırılarak ahlâkî zaaflar taşıyan nesillere dönüştürülmekteler. Okullar resmî ideolojinin militarist disiplininin sağlanabilmesi açısından birer kışlalara, öğrenciler ise çeşitli ritüel, marşlar ve andlarla komuta edilen askerlere dönüştürülmekte.
Eğitim sorunlarına dair yapılan araştırmalar ve bu konuda eğitim camiası içinde yapılan anketlere bakıldığında ortaya onlarca sorunun çıktığını görüyoruz. Bunları genel başlıklar halinde sıralayacak olursak: Kadrolaşma ve adam kayırma, öğretmen yetiştirme ve istihdam sorunu, öğretmenlere sendikal hakların tam anlamıyla verilememesi, eğitime ayrılan bütçenin azlığı ve öğretmen maaşlarındaki yetersizlikler, sözleşmeli ve ücretli öğretmenlerin mağduriyeti, başörtüsü sorunu, sınav sistemindeki çarpıklıklar, ezberci eğitim anlayışının devam etmesi, okullardaki fizikî yetersizlikler, eğitimde fırsat eşitsizliği, kalabalık sınıflar, taşımalı eğitim, meslekî eğitime önem verilmemesi vb. onlarca sorun dağ gibi karşımızda duruyor ve çözülmeyi bekliyor. Bu sorunlara yenilerin de eklenmesi artık eğitim sisteminin sos verdiğini gösteriyor. Kapsamlı bir zihniyet değişikliği ile bu tür sorunların zamanla aşılacağını ümit ediyoruz; ama kaç nesil daha heder olur, onu bilemiyoruz.
Biraz farklı bir sorun olarak addedilebilir ama benim eğitim sistemi içerisinde önemsediğim başka bir sorun daha var; o da öğretmenin “sınıf yönetimi” sorunu. Daha açık bir ifadeyle “yönetememe” sorunu. “Türk Eğitim Sistemi’nde aslında yaşanan problemlerin başında, yalnızca eğitim programları ve(ya) sistem sorunları değil; öğretmenlerin sınıf yönetimi ve öğrencilerle ilişkilerinden kaynaklanan sorunlar yatmakta; sınıf yönetimi anlayışındaki bu sorun ise, eğitim programı ve okulun imkânları ne kadar iyi olursa olsun, öğretmen ne kadar alanına hâkim olursa olsun, her zaman “öğretmen-öğrenci arasında ilişkinin noksanlığından” kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan, okuldaki öğretmen-öğrenci arasındaki sıkı ve dinamik etkileşimin gerek “sınıf içi / okul içi disiplin sorunlarını bertaraf edeceği”, gerekse de öğretim boyutunda öğrencilerde hem okula hem de öğretmene karşı, dolayısı ile de derse karşı bir güdülenme oluşturacağı kanaatindeyim. Bugün, eğitim programları ne kadar iyi dizayn edilirse edilsin, onu uygulayacak olan öğretmenlerin öğrenciye yönelik olan “psikososyal paradigması” değişmedikçe, sınıfta ve okulda yürütülen etkinlikler noksan kalacak, istenilen başarı çok fazla sağlanamayacak, sağlansa da her zaman sacayağının biri muhakkak eksik kalacaktır. Bu bakımdan, öğretmenlerin öncelikli olarak, sınıf içi ilişkilerde öğrencileri güdüler bir rol oynamaları; öğrencilerin kendilerine olan özgüvenini artıracak ve kısa vadede öğrencilerin ders ve okul süreçlerinde daha fazla inisiyatif alarak, kendisini daha iyi ifade etmesine yardımcı olacaktır. Bu ise, öğrencilerin psikolojik olarak “iyi halli”, sosyal açıdan “uyumlu ve eşgüdümlü çalışmaya istekli, empatik düşünebilen, vb.” bilişsel ya da akademik yönden de “gelişmiş” olarak yetişmiş olmalarına yardımcı olacaktır.”(Gökhan Baş, Eğitişim Dergisi)
Türkiye temel sorunlarını halledecekse buna eğitimle başlamalıdır. Öncelikle ideolojik eğitim vermekten vazgeçmeli, tek tipçi eğitimden uzaklaşmalı, eğitimin içeriğini anne babaya rağmen belirlemeye kalkışmamalıdır. Ahlâklı insan ve iyi Müslüman olmayı hedeflemenin yanında yeteneklerini geliştiren, üretim verimliliğini artıran bilgi ve melekelerle donatmayı hedeflemelidir. Toplumun değerleriyle barışık, kültürel farklılıkları gözeten, adalet dairesindeki tercihleriyle yeni bir toplumsal diriliş ve yeşermenin tohumlarını atmalıdır.
Eğitim Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet GÜNDOĞDU, Özgün Duruş gazetesine verdiği beyanatta nasıl bir eğitim anlayışına sahip olmamız gerektiğini güzel özetliyor:
“Dışlayan devlet değil, kucaklayan devlet olursa devlet-millet kaynaşması sağlanır. Etnisiteye dayalı ayrım olursa sıkıntı yaşanır. Çocuklara sözde değil, özde eğitim verilmelidir. Ahlâklı, erdemli nesiller yetiştirmeyi esas almayan bir eğitim sisteminin hiçbir önemi yok. Bugün tek amacı test çözmek olan bir gençlik oluştu. Dolayısıyla eğitim sisteminin önündeki engellerin kaldırılmasını ve eğitimde fırsat eşitliğini sağlayan, toplumsal tehdit algısıyla kurumları tekelinde bulundurmayan, insanı, insan hak ve özgürlüklerini merkeze alan yeni bir düzenleme zaruridir.”
Bugün gerçekten bizdeki sınav mantalitesi, eğitimi dejenere etmekten, adeta onu “eritim” sürecine dönüştürmekten başka bir işe yaramıyor.
Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Yusuf TANRIVERDİ, eğitim sisteminin tek tipleştirici anlayışını eleştirdiği yazısında bakın neler diyor:
“Devlet müfredat belirlerken, onun kültürüne, manevî değerlerine aykırı bir müfredat belirleyemez. Ancak totaliter anlayış, çocuğu özne değil araç olarak görür ve çocuğu kendisine ait sayar, dinini, etnik kimliğinin, giyimini kuşamını belirler. Yani kendisine tanrısal bir güç atfeder. Özü itibariyle evrensel ahlâkî değerler açısından çocuk ailenindir. Ailenin izni olmadan çocuğu herhangi bir eğitim modeli dayatılamaz. Örneğin Batı´da eğitim zorunludur, ama tercih serbesttir. Ancak mevcut unsurlardan "yeni bir millet yaratma", seküler kimlikle toplum inşa etme iddiası temelindeki faşizan anlayışa göre ana baba da devlete aittir. Buna göre herkes ulus-devletin değerlerini yaşatmak için yaşamalıdır. Dolayısıyla bugünkü eğitim sisteminde velilerin görüşü alınmıyor, okul kültürü ile aile kültürü çatıştırılarak bir değişim sağlanmaya çalışılıyor. Hâlbuki sisteme "Çocuk benim, çocuğu ben eğiteceğim, sen bana hizmet vereceksin." denilmelidir.
Bugün liselerin dört yıla çıkarılmasının nedeni ekonomik krizdir. Her sene binlerce öğrenci üniversite kapılarına yığılıyor. Bunun bir nebze de olsa önüne geçebilmek için liseler bir nevi bekleme salonu olarak kullanılıyor. Eğitim kalitesiz, bunun nedeni ise insanı, ahlâkı, erdemi önemsemeyen, ideolojik dayatma içeren eğitim modelidir. Bunun yerine özel okullara izin verilmeli, devlet kendisini rekabete açmalıdır. Bugünkü özel okullar aslında "özel" değildir. Çünkü müfredatı devlet belirliyor. Özel okullar istedikleri dilde eğitim yaparlar, bu, talep meselesidir. Talep olduğu sürece buna devam ederler. Devlet özel okulları denetler, ama yönlendiremez. Özel okullarda da temel insan haklarını ihlal eden bir müfredat uygulanamaz. Bunun yanı sıra kamu okulları vardır. İsteyen çocuğunu özel okula, isteyen de kamu okullarına gönderir. Böyle olursa başörtüsü ve Kürt meselesi de dâhil ortada hiçbir sorun kalmaz.”
Şuurlu Öğretmenler Derneği Başkanı İsmail Hakkı AKKİRAZ ise eğitim sistemine eleştirel yaklaştığı yazısında şu çarpıcı ifadelerde yer veriyor:
“İttihat ve Terakki çizgisi, izlenen politikalar üzerinde etkili oldu. Dolayısıyla bunun eğitim sistemi üzerinde de bir etkisi var. Çocuklar temel değerlerden uzak, materyalizmin yansıması olan evrim anlayışı çerçevesinde yetiştirilmek isteniyor. Temel problem, Türk milletinin temel manevî dinamiğini oluşturan değerlerden uzak yetiştirilmesidir. Bu da bir mücadeleyi gerektirir. Bu mücadelenin etkileri görülmektedir.
Allah korkusundan yoksun olduğu için cânî ruhlu çocuklar yetişiyor. Çocuklara insan, vatan, bayrak sevgisi gibi -ki, bunların temelinde din duygusu yatıyor- değerler üzerinden doğru bir maneviyat dersi verilseydi bunlar yaşanmazdı. Bizim temel yaklaşım tarzımız bu. Tek çözüm, Anayasanın 21. maddesine göre çocuklara din eğitimi devlet tarafından verilmesidir. MEB Talim Terbiye Kurulu vasıtası ile din kültürü dersleri gerçek boyutu ile İslâm dersi olarak verilmelidir, ayrıca ahlâk dersleri olmalıdır. Ancak AB yasaları çerçevesinde ayetler sansürleniyor, "ılımlı İslâm" projesine uygun düzenlemeler getiriliyor. Ders kitaplarında ilme, akla, gerçeğe uymayan şeyler ayıklanmalı, ilmî verilere uygun hale getirilmelidir.”
İslâmî duyarlılığa sahip ve aynı zamanda eğitimci yönüyle tanınan Ahmed KALKAN Hoca, bakın mevcut eğitim sistemini İslâmî penceren eleştirirken neler söylüyor:
Eğitim, Rab kavramını gündeme getirir. İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah'tır. O'nu temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm olur. Pansuman tedaviler yerine; radikal değişim ve çözümler olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu yürüyerek geçmeyi düşünmek demek. Cahilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahiy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah'ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Hâlbuki Kur'ân'a göre yönetmek ve eğitmek sadece Allah'a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tespit yalnız O'nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdahale ettirmemek, hem eski Arap cahiliyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern cahiliyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah'a dayandırılmaz. Eğitim, aynı zamanda besmelesizdir. “Bismillâh” deyip başlamak bile yasaktır derse, “selâmun aleyküm”le sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gayet doğaldır bu zihniyette. Kur'ân'ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O'nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz? Dini sadece kültürden ibaret gören din kültürü kitaplarında bile ayet ve hadisten çok Atatürk’ün sözleri vardır.
Ahmed Kalkan Hoca, eğitim sisteminin neslimizi inanç ve amel bakımından tam bir çıkmazın içine soktuğunu, ebeveynlerin çocukların üzerindeki tasarruflarını arttırmalarını, sistemin tüm baskı ve zorlamalarına rağmen alternatif eğitim müesseseleriyle İslâmî bir nesil yetiştirilmesi gerektiğine vurgu yapıyor. Bu durumu somutlaştırırken evlerimizi okula dönüştürebileceğimizi, çünkü inançların, değerlerin, geleneklerin ve iyi alışkanlıkların ailede kazanıldığını ve şahsiyet eğitiminin evde verildiğini söylüyor. Tespitlerine şöyle devam ediyor hocamız:
“Evlerde müfredatı önceden tespit edilmiş, planlı programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri, beden ve sağlık eğitimleri ve giderek cinsî eğitimleri, insan ilişkileri ve iktisâdî eğitimleri verilebilir. Hiç değilse, bu konularda ehil ve güvenilir kişilerin eserleri takip edilebilir. Çocuğa fazla bilgi yüklemekten çok, onu kişilikli bir Müslüman olarak yetiştirip sevgiye dayalı eğitmek daha önemlidir. Kur'ân öğrensin, hâfızlık yapsın diye dinden, Kur'ân'dan nefret ettirmek yerine dinini öncelikle sevsin, Allah, Kur'ân ve peygamber sevgisi alsın, âhiret bilincine ve köklü bir imana sahip olsun denmelidir. Temizlik ve âdâb-ı muâşeret, terbiye ve nezâket de ihmal edilmemelidir.”
Bu alıntı ifadeler, eğitim sorununu çok yakından takip eden ve İslâmî duyarlılığa sahip olan kanaat önderlerinin çarpıcı ifadeleri. Özü itibariyle görüyoruz ki, sağcısı, solcusu, Müslüman’ı, liberali her kesimden insan şu anda çarpık ve tek tipçi eğitim sisteminden mustarip. Herkes kendi penceresinden bakarak olaylara yaklaşıyor elbette. Ancak biz Müslüman eğitimciler olarak içinde bulunduğumuz bu eğitim sisteminde neler yapabiliriz, bunun uğraşısı, çabası içinde olmalıyız. Okumayan, kendini yetiştiremeyen bir eğitimcinin muvaffak olması mümkün değildir. Biz sorumluluk sahibi eğitimcilere ise daha çok iş düşüyor. Yukarıda sıralanan eleştiriler sadece tenkit boyutunda kalmamalı ve eğitim konusunda kadim medeniyetimizin eğitim anlayışlarını çağa taşımalıyız. Tarih boyunca üstün nitelikleriyle temayüz etmiş, her bakımdan zirve bir medeniyeti tesis etmiş olan Müslümanların şahsiyetli, ilkeli ve kendine özgüveni olan bir nesil yetiştirmek için ellerinde sayılamayacak çok eğitim anlayışları vardır. “Ben bir muallim olarak gönderildim.” diyen Peygamberimiz (s.a.v.) bu eğitim anlayışı doğrultusunda vahşi, cahil, kibirli bir toplumu eğitmiş ve medenileştirmiştir. Nasıl o günkü toplum, İslâm ile medenileşmişse, bugünün -modern zamanların- zalim, vahşi, cahil toplulukları da yine, ancak İslâm ile terbiye edilerek medenileşecektir. Bu gün insanlığın içine düştüğü bunalımdan, krizden kurtuluşunun tek çaresi İslâm´dır. Biz Müslüman eğitimcilere düşen ise, bu eğitim anlayış ve yaklaşımları çağın yorumundan geçirip onlara yeniden canlılık kazandırmaktır.
İDRİS KERİMOĞLU